"Yetim gülerse,Biz Ancak Gülebiliriz"

İslamda Yetim

İSLAMDA YETİM

Cahiliye döneminde hor ve hakir görülerek aşağılanan ve toplumsal hayattan dışlanan yetimlerin İslam’ın getirmiş olduğu bir takım düzenleme ve uygulamalarla bir taraftan sağlam ve sağlıklı kişiliğe sahip olmaları; akıl, beden ve ruh sağlığı açısından gelişimlerini tamamlamaları diğer taraftan da içinde yaşadıkları çevre ve topluma entegre olarak sosyal hayatta aktif rol almaları amaçlanmıştır. Bu çerçevede Kur’ân’ın, yetimlerin insan onur ve haysiyetine yaraşır bir hayat sürmelerini öngördüğünü, dolayısıyla da Müslümanları, yakınlarında ve çevrelerinde bulunan yetimlere sahip çıkarak koruyup kollamaya, onların malî işlerini deruhte etmeye, eğitim ve öğretimleriyle ilgilenmeye kısaca bireysel, fiziksel, zihinsel ve psiko-sosyal gelişimlerini yakından izlemeye teşvik ettiğini söylemek mümkündür. İşte bu çalışmada konuyla ilgili fıkhî tartışmalardan daha ziyade İslam’ın yetime verdiği değeri açıkça ortaya koyan Kur’an ayetlerinden hareketle yetime ve onun himaye edilmesine ilişkin temel öğretiler ve prensipler belirlenmeye gayret gösterilmiştir.(Diyanet Dergi)

Yetimlere nasıl davranacağınız hakkında sana sorarlar. De ki: “Onların durumlarını düzeltmek onları iyi yetiştirmek en hayırlı olandır.” Ve onların hayatlarını paylaşırsanız unutmayın ki, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgunculuk yapanları da düzeltmeye çalışanları da en iyi bilir.” (Bakara 220)

Yetimler Hakkında Peygamber Efendimizin yaklaşımı ve Hadisleri:

Hz. Ebu Hüreyre (R.A)’dan bildirildiğine göre Rasulullah (S.A.V) şöyle buyurmuşlardır: “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi gözetip kollayan kimseyle ben cennette şöyle yanyana bulunacağız.” Hadisi bize aktaran Malik bin Enes peygamber (S.A.V)’in yaptığı gibi işaret parmağıyle orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd 42)

“Bir kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teala onu mutlaka cennete koyar”. (Tirmizî, Birr 14.)

KUR’ÂNÂ GÖRE YETİMLERİN HİMAYESİ

(Bu makale Diyanet Dergiden alınmıştır.)

Bu makale yetimlerin himaye edilmesi konusunu Kur’ân âyetleri ışığında tahlil etmeyi hedeflemektedir. Öncelikle bir beşerî realite olarak toplumsal yapının vazgeçilmez bir parçasını oluşturan yetimlere yönelik birtakım düzenleme ve müeyyideler tesbit edilmiş, buna bağlı olarak da birey ve toplum ölçeğinde yetimlere karşı yapılması gereken dinî, ahlakî ve sosyal sorumluluklar, âyetlerin çizdiği çerçevede belirlenmeye çalışılmıştır. Cahiliye döneminde hor ve hakir görülerek aşağılanan ve toplumsal hayattan dışlanan yetimlerin İslam’ın getirmiş olduğu bir takım düzenleme ve uygulamalarla bir taraftan sağlam ve sağlıklı kişiliğe sahip olmaları; akıl, beden ve ruh sağlığı açısından gelişimlerini tamamlamaları diğer taraftan da içinde yaşadıkları çevre ve topluma entegre olarak sosyal hayatta aktif rol almaları amaçlanmıştır. Bu çerçevede Kur’ân’ın, yetimlerin insan onur ve haysiyetine yaraşır bir hayat sürmelerini öngördüğünü, dolayısıyla da Müslümanları, yakınlarında ve çevrelerinde bulunan yetimlere sahip çıkarak koruyup kollamaya, onların malî işlerini deruhte etmeye, eğitim ve öğretimleriyle ilgilenmeye kısaca bireysel, fiziksel, zihinsel ve psiko-sosyal gelişimlerini yakından izlemeye teşvik ettiğini söylemek mümkündür. İşte bu çalışmada konuyla ilgili fıkhî tartışmalardan daha ziyade İslam’ın yetime verdiği değeri açıkça ortaya koyan Kur’ân âyetlerinden hareketle yetime ve onun himaye edilmesine ilişkin temel öğretiler ve prensipler belirlenmeye gayret gösterilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Kur’ân, Yetim, Himaye, Merhamet, Çocuk
THE PROTECTION OF ORPHANS ACCORDING TO THE QUR’AN

This paper aims to explore the protection of orphans in the light of Qur’anic verses. After a discussion on certain regulations and responsibilities that establish orphans as natural members of our society, the paper highlights within the framework of Qur’anic verses some of the religious, moral, and social duties both individuals and the larger community have to fulfill. Before the advent of Islam, orphans had to endure humiliation, oppression, and alienation. The regulations and principles that were introduced with Islam were designed to help orphans to identify themselves with a well-grounded character, develop as a healthy person in mind, body, and spirit, and to be integrated into the society with active participation. The Qur’an stipulates for orphans a life with honor and dignity, thus encourages Muslims to provide protection over orphans, to afford their financial, educational and other needs, and to follow closely their their personal, physical, spiritual, and social developments. In this paper, the emphasis has been laid more on the Qur’anic verses which clearly reveals the value Islam reserves for orphans, rather than the jurisprudential arguments, in order to specify basic teaching and principles on the topic.

Key Words: The Qur’an, Orphan, Protection, Mercy, Children

1. Giriş

Kur’ân-ı Kerîm, insanlar tarafından su-i istimale açık alanlarda kesin hükümler vaz’ etmiş ve bu konularla ilgili dikkat edilmesi gereken bir takım sınırlamalar ortaya koymuştur. Böylece meydana gelebilecek bazı haksızlık ve zulümlerin daha baştan önüne geçilmek istenmiştir.

Kur’ân’ın muâmelat alanıyla ilgili getirmiş olduğu hükümlere bütüncül olarak bakıldığında bunların, zayıf ve güçsüzleri koruma, zulüm ve haksızlıklara son verme, menfaat çatışmalarının önüne geçme, fitne ve ihtilafları ortadan kaldırarak birey, aile ve toplumda huzuru hâkim kılma, kısaca hayatın bütün alanlarında hak ve adaleti, huzur ve sükûneti tesis etme gibi hedeflere yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle bu hedefler yetimlerin himaye edilmesine ilişkin ayetlerde çok daha belirgin bir şekilde görülmektedir.

Babasının vefatıyla birlikte korumasız kalan bir çocuğun pek çok açıdan haksızlık ve mağduriyetlere maruz kalabileceği kuvvetle muhtemeldir. Yetim kalmış bir çocuk eğer sıcak bir yuva içinde himaye edilmez, ona merhamet ve muhabbetle kucak açılmaz, gerekli talim ve terbiye verilmez, babasızlığın yol açtığı derin boşluk doldurulmaz ve en kötüsü de yapayalnız sokağa terkedilirse o, yarın toplumsal huzuru ve sosyal barışı tehdit eden bir unsur haline gelecektir. Günümüzde “korunmaya muhtaç çocuklar”, “kimsesiz çocuklar” veya “öksüz çocuklar” gibi isimler altında üzerinde önemle durulan ve ciddi bir problem olarak görülen yetimler ve onların haklarıyla ilgili Kur’ân-ı Kerîm, ayrıntılı düzenlemeler getirmiş ve başta yetimlerin akrabaları olmak üzere bütün topluma değişik yükümlülükler tahmil etmiştir. Ancak hemen belirtelim ki yetimleri himaye sürecinde, Müslümanların bu çocuklara karşı son derece hassas, dengeli, şefkatli, âdil, hakperest, iyilikperver ve özverili olmaları istenmiştir.

İşte bu araştırmada yetimleri konu alan ayetler, belli bir sistematik içinde tahlil edilerek İslâm’ın bu önemli hususa ilişkin ne tür teşvik, tavsiye ve talimatlarda bulunduğu ele alınmıştır. Bu çerçevede, yetimlerin özellikle malî haklarını muhafaza etmeye yönelik tedbirlerle onların korunması ve yetiştirilmesine ilişkin düzenlemelere yer verilmiştir. Böylece cahiliye döneminde ihmale uğrayarak ezilen, malları ellerinden alınan, rızaları alınmaksızın kendileriyle evlenilen ve değişik sıkıntılara maruz bırakılan yetimlerin hangi şekillerde koruma altına alındığı ve buna bağlı olarak da infak ve himayeye nasıl hak kazandıkları tespit edilmeye çalışılmıştır.

Bu çalışma mümkün olduğu kadar âyetlerle sınırlı tutulmuştur. Bununla birlikte Kur’ân ayetlerini destekler mahiyette nebevî beyanlara da sık sık başvurulmuştur. Ancak sadece yetimlerle ilgili ayetler bile iyi tahlil edilip doğru anlaşıldığında, İslâm’ın insan şahsiyet ve onuruna değer vermede; insanlar arasındaki adaleti tesis etmede; mazlum, mağdur ve kimsesize el uzatmada; sosyal problemleri çözmede ve genel olarak bütün zaman ve mekânları içine alacak tarih üstü mesajlar sunmada, evrensel değer ve hukuk normları vaz’ etmede ne kadar başarılı olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.

Bu genel girişten sonra şimdi de yetim kelimesinin sözlük ve terim anlamı üzerinde durmak yerinde olacaktır.

1. Kavramsal Çerçeve

Yetim kelimesi, Arap dilinde “yalnız kalmak, babasız olmak; gaflette bulunmak, geri kalmak” manalarına gelen “yeteme” kökünden türemiş bir sıfat olup[1] sözlükte yalnız olan veyahut tek başına kalan kişi demektir.[2] Yetim kelimesinin çoğulu sözlükte “eytâm” , “yetâmâ” ve “yetemeh” şeklinde gelmektedir.[3]

Terim anlamı itibariyle yetim, henüz buluğ çağına ulaşmadan önce babasını kaybeden çocuğa denmektedir. Buna göre annesi vefat eden çocuğa yetim denilmediği gibi, babasını kaybeden bir çocuğun da büluğdan sonra yetimliği sona ermektedir.[4] Zira Hz. Peygamber,“Büluğdan sonra yetimlik yoktur.”[5] ifadeleriyle yetimliğin, ergenlik çağına kadar devam ettiğini beyan etmiştir. Aynı şekilde Hz. Ali de ihtilamdan sonra yetimliğin kalmayacağını bizatihi Hz. Peygamber’den öğrendiğini söylemiştir.[6]

Her ne kadar yetim kelimesi hakikî manasıyla ergenlik çağına ulaşmadan önce babasını kaybeden çocuk hakkında kullanılsa da mecazî/hükmî manada kelimenin daha geniş bir anlama sahip olduğu söylenebilir. Daha doğrusu babası sağ olsa bile, farklı sebeplerden dolayı babanın bakım ve himayesinden mahrum olan çocuklar da bir yönüyle yetimlik yaşarlar. Yani babanın çocuğun nesebini inkâr etmesi, kayıp olması, evi terketmesi veyahut çocuğun veled-i zina olması, küçük yaşta sokağa bırakılması gibi sebeplerden dolayı babanın himaye, koruma ve velayetine muhtaç durumda bulunan çocuklar da bir manada yetimdir. Şu halde hakikî bir yetim hakkında geçerli olan yalnızlık, sahipsizlik, zayıflık, acizlik ve bakıma muhtaç olmak gibi sebepler hükmî yetimler hakkında da geçerli olduğundan, onların da bir yönüyle hakikî yetimlerin sahip olduğu haklara sahip olacakları söylenebilir.

Diğer yandan klasik literatürde yetimliğin baba eksenli yorumlanmasının temel sebebi ise daha önceki zamanlarda ailenin geçim ve nafaka sorumluluğuyla birlikte çocuğun talim ve terbiye yükümlülüğünün genelde erkeğin omuzlarında olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak geldiğimiz nokta itibariyle annenin de iş hayatına atılmak suretiyle bir takım malî yükümlülükler altına girmesi, nafaka sorumluluğunun paylaşılmasıyla sonuçlanmıştır. Şu halde bu kavram esas itibariyle babasını kaybeden çocuk hakkında kullanıldığı gibi annesini de kaybetmiş çocuğu da içine alır. Daha geniş bir perspektiften bakıldığında yetim kavramının her ne kadar yaygın kullanım itibariyle ergen olmadan önce babasını kaybeden çocuk manasına geldiği müsellem olsa da değişik nedenlerle anne-babasını yitiren ve yalnızlığa maruz kalan korunmaya muhtaç durumdaki çocukları da kapsadığı özellikle vurgulanmalıdır. Burada bir başka önemli hususa daha değinmek gerekir ki babasını kaybeden çocuk genellikle koruma ve yardımdan, annesini yitiren bir yetim ise şefkat ve sevgiden yoksun kalmış sayılır. Anne baba arasında her ne kadar böyle görev ayırımı olmasa bile anne sevgi ve şefkat bakımından babadan, baba da koruma ve cesaret yönüyle anneden genellikle daha ağır basar.[7]

Yetim kavramına bu şekilde temas ettikten sonra burada cahiliye döneminde yetimin nasıl konumlandırıldığına ve ona karşı gösterilen muameleye değinmek yerinde olacaktır. Zira İslam öncesi dönemde Arapların yetimlere karşı tutum ve yaklaşımlarını ortaya koymak suretiyle Kur’ân-ı Kerîm’in yetimlere tanımış olduğu hak ve salahiyetler daha iyi anlaşılacaktır. Yine bu sayede ilahî kelamın onların konumlarını iyileştirmeye yönelik vaz’ ettiği prensiplerin büyüklüğü de tam olarak tebarüz edecektir.

2. Cahiliye Toplumunun Yetime Bakışı

Cahiliye toplumuna bakıldığında genellikle zengin, soylu ve güçlü insanların toplumun üst tabakasını ve elitlerini oluşturduğu; köle, fakir, zayıf ve güçsüzlerin ise hep mağdur edilerek ezildiği ve horlandığı görülecektir. İslam’dan önce pek çok yetim de bu cahiliye adetinin kurbanı olmuştur. Bu yüzden olsa gerektir ki yetimler değil şefkat ve merhametle muamele görmek en temel haklardan bile mahrum bırakılmışlardır.[8] Hatta kimsesiz ve himayesiz halde bulunan yetim çocukların o dönemde en çok mağduriyet yaşayan sosyal sınıfı oluşturdukları söylenebilir.[9]

Kaba kuvvet ve gücün hâkim olduğu bir toplumda zayıflara hayat hakkı tanınmadığı için, yetimlerin belli başlı haklara sahip olabilecekleri bile kabul edilmemiş ve bu yüzden de malları ellerinden alınmış, yetim kalan çocuk eğer kız ise rızalarına bakılmaksızın ve bir mehir takdir edilmeksizin kendileriyle zorla evlenilmiştir.[10] Yine miras paylaşımı da kaba kuvvetin emrine girmiş olduğundan toplumun en zayıf halkasını oluşturan kadın ve yetimlerin mirastan pay almaları da engellenmiştir.[11] Burada yetimlerin babalarından intikal eden mirasları, velî ve vasîleri yüzünden kaybettiklerini özellikle vurgulamak gerekir. Ne yazık ki o dönemde baba hayatta iken çocuğa yapılan muamele başkadır. Çocuk babasını yitirip yetim kaldıktan sonra ise ona gösterilen muamele tamamen değişmekte, komşular ve uzak akrabalar bir yana, kendi amca, dayı ve ağabeyi bile ondan yüz çevirmektedir.[12]

Ayrıca güzel olmayan yetim kızlar, nikâh altına alınmadığı gibi onlara ait malları kaptırmamak için ölünceye kadar onların başkalarıyla evlenmelerine de müsaade edilmemektedir. Bu itibarladır ki, savaşların çokluğundan dolayı sayıları da bir hayli fazla olan yetimler o dönemde bir hizmetçi ve köle muamelesi görmekten kurtulamamışlardır.[13]

İlahî kelamda yetimlerle ilgili pek çok hususa işaret edilmesi, esasen onların cahiliye döneminde nasıl bir tablo ile karşı karşıya kaldıklarını daha net ortaya koymaktadır.[14] Buna göre Kur’ân’da yetimle ilgili ayetlerin çokça yer almasının bir nedeni de, İslam öncesi dönemde kimsesiz çocukların ezilmeye, yerilmeye, ihmale, mahrumiyete, zulme ve hatta işkenceye maruz kalmalarıdır. İşte Kur’ân’ın bu hususa ilişkin çağrıları, yönlendirmeleri ve teşvikleri esasında yetime yönelik süregelen zulmü ortadan kaldırma amacı taşımaktadır.[15] Ancak İslam diniyle birlikte yetimlere sosyal bir statü tanınmış, bir çok ayette onlarla ilişkilerde hassasiyet gösterilmesi istenmiş ve pek çok defa da Müslümanlardan, kimsesizleri korumaları ve onların yardımına koşmaları talep edilmiştir. Tahir b. Aşur, yetimin cahiliye döneminde horlanmışlığın ve zilletin bir ismi olduğuna dikkat çekmiş dolayısıyla da o dönemin sosyal yapısı içerisinde yetimin kendisine bir kazanç kapısı bulmasının imkânsız olduğunu vurgulamıştır.[16]

Özetle cahiliyede yetimler ferdî, ailevî, malî ve ictimaî açıdan bir çok haksız uygulamalara maruz kalmışlardır. Bu yönüyle cahiliye dönemi yetimlerin ciddi manada horlandıkları, hakir görüldükleri ve sosyal hayattan dışlandıkları bir dönem olmuştur. Cahiliyede hâkim olan kaba kuvvet olgusu, sosyal yapının en zayıf halkasını teşkil eden yetimleri de etkilemiştir. Kur’ân ise getirdiği ilke ve prensiplerle yetimlerin özlük ve sosyal haklarını teminat altına almıştır.[17] Ayrıca cahiliye döneminde yetime karşı gösterilen hoyratça uygulamalar bilindiği takdirde İslam’ın yetime verdiği kıymet ve değer daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.[18] İşte tam bu noktada Kur’ân’ın yetimlerle ilgili düzenlemelerine geçmek yerinde olacaktır.

3. Kur’ân’ın Yetimlerle İlgili Düzenlemeleri

Yüce Allah, ilahî kelamda yetimlere ihtimam gösterilmesi ve onların haklarına riayet edilmesi gerektiğini sık sık Müslümanların dikkatine sunmaktadır. Nitekim Kur’ân’ın yirmiüç farklı âyetinde türevleriyle birlikte yetim kelimesi geçmekte ve bu ayetlerde yetimlerle ilgili birçok düzenleme vaz’ edilmektedir. Bu ayetler, genel olarak yetimlerin himaye edilmesini, infakta öncelenmesini, miras, fey ve ganimet gelirlerinden belli miktarda onlara tahsisat yapılmasını ve hiçbir çıkar gözetmeksizin ekonomik açıdan desteklenmesini, özellikle de yetimlere yönelik şefkat, merhamet, iyilik ve ihsanla mukabele edilmesini salık vermektedir.

Burada şunu hemen belirtelim ki mekkî ve medenî ayetlerin temel karakteristiği yetimler hakkında nazil olan ayetler için de geçerlidir. Bir başka deyişle mekkî âyetler, temel ahlakî öğretiler çerçevesinde Müslümanların yetimlere karşı iyi davranmalarını ve kötü muamelede bulunmamalarını istemektedir. Medenî ayetlerde ise yetimlerin himaye edilmesine yönelik ayrıntılı hükümler, ekonomik açıdan bir haksızlığa maruz kalmamalarına ilişkin kesin yasaklar, kısaca kimsesiz çocuklara karşı hassasiyet göstermeye davet eden talimatlar konulmuştur.[19] Nihaî tahlilde Kur’ân, yetimler hakkındaki bütün ayetleriyle baştan sona onların lehine olacak şekilde bir takım düzenlemeler getirmekte, korumasız ve zayıf halde bulunan yetimlerin sömürü vasıtası yapılmasını engellemek istemektedir. Böylece bir kısım azgın ve taşkın nefislerin bu yetim çocukların haklarını çiğnemeye teşebbüs etme ihtimallerinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Şurası bir gerçek ki yetimlik, hiçbir şekilde bir eksiklik ve kusur olarak değerlendirilemez. Zira Allah Rasûlü daha doğmadan yetim kalmış ve küçük yaşta da annesini kaybetmiştir. Eğer yetim kalmak bir eksiklik olsaydı, Yüce Allah, en değerli elçisini yetim bırakmazdı. Ne var ki, bu hakikatin farkında olmayan ve yetimin zayıflık ve güçsüzlüğünden istifade etmeye çalışan bir kısım kötü niyetli insanların bulunması muhtemeldir. Bu itibarladır ki, Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan yetimin itilip kakılmasını, hor ve hakir görülmesini ve mallarına el uzatılmasını yasaklarken, diğer taraftan da ona karşı ihsan ve infakla muamele edilmesini emretmektedir.

Yetimlerle ilgili düzenlemeleri muhtevî bulunan âyetlerin tahliline geçmeden önce burada şunu vurgulamak gerekir ki Kur’ân’da insanın kıymet ve değerini anlatan[20], ahsen-i takvîm üzere yaratıldığını[21], yeryüzünün halifesi kılındığını,[22] meleklerin bile kendisine tazim ve hürmette bulunduğunu[23] ve Cenâb-ı Hakk’ın ona ruhundan üflediğini[24], Yaratıcı’nın kendisine sayılamayacak kadar çok nimetler bahşettiğini beyan eden ayetler[25] de doğrudan olmasa bile dolaylı olarak yetimlere karşı bakış ve muamelenin keyfiyetini belirlemeye yardımcı olmaktadır. Bu hususiyetlere sahip olan insanın Allah nezdinde diğer varlıklara nisbetle çok daha değerli olduğu ve bir çok sorumluluklar üstlendiği açıktır.[26] Sadece akıl nimetine sahip olmak suretiyle insanın vahye muhatap olması bile tek başına çok büyük bir lütuf ve ihsandır. Şu halde bir Müslümanın yaratılış ve dinde kardeşlik vasfına sahip diğer insanlara karşı saygısızca davranması, insanların haklarını çiğnemesi, aciz, himayesiz ve kimsesiz bir halde bulunan kişileri kendi haline terketmesi tasavvur edilemez.[27]

Bunların yanısıra ilahî kelama göre bir insanı Allah katında şerefli ve değerli kılan husus soy ve sop, statü ve makam, zenginlik ve kudret gibi dünyevî üstünlükler değildir. Çünkü Allah katında üstünlük kriteri olarak takva gösterilmiştir.[28] Bu durumda insanın konum ve durumu, kıymet ve değeri, Allah’a olan yakınlığına göre değişmektedir. Bir başka deyişle kişiyi Allah katında değerli kılan, onun sahib olduğu makam ve dünyevî imkanlarının üst seviyede olması değildir. Dolayısıyla bunların bir üstünlük kriteri olarak değerlendirilemeyeceğini özellikle vurgulamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında yetim olmayanın yetime karşı hiçbir üstünlüğünün bulunmadığını ifade etmemiz mümkündür.[29]

İslam’ın temel kaynaklarından tümevarım yoluyla çıkartılan ve makâsidu’ş-şeria olarak bilinen din, akıl, nefis, mal ve ırzın korunması[30] da yetimlerin her türlü haklarının korunup kollanmasını zorunluk kılmaktadır. Çünkü bütün bu hususlarda hâmisiz bir halde bulunan yetimleri koruma altına almak evleviyetle gereklidir. Bu genel açıklamalardan sonra şimdi de Kur’ân-ı Kerîm’in, yetimlerle ve onların himayesiyle ilgili öngördüğü düzenlemelere dikkat çekilecektir.

3.1.Yetimlerin Islahı

Babasının vefatıyla birlikte korumasız ve güçsüz bir durumda kalan bir çocuk için ilk yapılması gereken, onun bir aile ortamında himaye altına alınarak ıslah edilmesidir.

İslam’ın sahipsiz ve kimsesiz çocukların himaye edilmesine yönelik emir ve tavsiyeleri, son derece insancıl, kuşatıcı ve problem çözücü gözükmektedir. Zira İslâm, yetim kalan çocukların sıcak bir aile ortamında, şefkat ve merhametle yetiştirilmelerini ve hayata hazırlanmalarını öngörmektedir. Böyle bir vazifenin yerine getirilmesinde sorumluluk öncelikle yetim kalan çocuğun akrabalarına aittir. Eğer onlar bu sorumluluğu yerine getirmezlerse bu durumda vazife, Müslüman topluma kalmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim bu hususu, şu âyetiyle müminlerin dikkatine sunmaktadır:

“Sana yetimler hakkında da soru sorarlar. De ki: Onların gerek kendilerini, gerek mallarını iyileştirip geliştirmek, elbette hayırlı bir iştir. Eğer onlara sahip çıkmak için kendileriyle beraber oturmak isterseniz bu da mümkündür; Zira onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah kimin iyileştirme gayesi güttüğünü, kimin de işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir. Şayet Allah dileseydi sizi zora koşardı. Muhakkak ki Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[31]

Bu ayet, yetimlerin ıslah edilmesiyle alakalı en kapsamlı ilahî beyanlardan birisidir. Kur’ân yetimlerin koruyup kollanması ve ekonomik açıdan iyileştirilmesini özellikle ıslah kelimesiyle anlatmaktadır. Islah kelimesi sulh kökünden gelmekte olup Arap dilinde bozgunluğun zıddını ifade etmektedir. Buna göre ıslah kavramı, insanlar arasındaki nefret ve düşmanlık tohumlarını gidermeyi ve bunun yerine sevgi ve dostluk bağlarını ortaya çıkarmayı ifade etmek için kullanılmaktadır.[32] Bu durumda âyette ifade edilen ıslah, yetimler hakkındaki her türlü yapıcı, müsbet ve olumlu etkinliği içine almaktadır.[33]

Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayet-i kerimenin tefsirinde, öncelikle yetimlerin ıslah edilmesinin onların ihmal edilip bırakılmasından çok daha hayırlı olduğunu ifade etmiştir. Yine Elmalılı, bu ayet bağlamında, yetimlerin hallerini ıslah etmenin, onların menfaat ve geleceklerini düşünerek işlerini görüp gözetmenin, talim ve terbiyesiyle ilgilenmenin ve yine mallarını işleterek artırmanın onlardan el etek çekip uzak durmaktan daha hayırlı olduğunu belirtmiştir. Bunların yanısıra yetimlerle bir arada yaşama, onlarla ortak işler yapma veya akrabalık kurma gibi yollarla birlikteliğin sağlanması durumunda ise onların dinde kardeşlerimiz olduğu ve din kardeşliğinin ise nesep kardeşliğinden daha kuvvetli ve önemli kabul edildiği hatırlatılmıştır. Buna bağlı olarak da Müslüman bir kişinin yetim halde bulunan din kardeşiyle arasındaki bağı koparamayacağı ve onunla kendisi arasında oluşan kardeşlik hukukuna riayet etmesi gerektiği vurgulanmıştır.[34]

Bu ayet çerçevesinde dikkatlere sunulan yetimlerin ıslahı meselesi, onların bilhassa edeb ve ilim açısından yetiştirilmelerini ve geliştirilmelerini de içine almaktadır.[35] Çağdaş müfessir Kasımî’nin kaydettiği üzere yetimlerin gerekli ortamlar hazırlanarak manevî ve ahlakî açılardan eğitilip yetiştirilmeleri, onların malî kazanımlarını korumaya ve ticarî hayatlarını ıslah edip geliştirmeye oranla çok daha faydalıdır.[36] Mustafa Merağî de söz konusu âyetteki ıslahı, “Yetimlerin nefislerini terbiye edin, mallarını da nemalandırın.” şeklinde tefsir ederek, yetimin hem maddî yönden hem de manevî açıdan himaye edilmesi gerektiğini belirtmiştir.[37] Son dönemin en meşhur müfessirlerinden Tahir b. Aşûr ise yetimlerin ıslah edilmesine yönelik kayda değer görüşlerini özetle şöyle açıklamaktadır: Bu ayette yetimlerin sadece belirli açılardan değil her yönden ıslah edilmesi öngörülmektedir. Ancak öncelikle onların sahih İslamî öğretilerle mücehhez kılınarak ahlakî ve itikadî açıdan ıslah edilmeleri bir vecibedir. Bunun yanısıra yetimlerin mizaç ve huylarını da her türlü kötü alışkanlıklardan korumak ve onları zararlı hastalıklara karşı uyarmak da ıslah kapsamına girmektedir. Yine yetimlerin yiyecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları emsallerinin standartları çerçevesinde israfa kaçmadan ve çok kısmadan giderilmelidir.[38]

O halde Kur’ân-ı Kerîm’in yetimler hakkında hayırlı olduğunu ifade ettiği ıslahı, çok geniş bir çerçevede düşünmek gerekmektedir. Dolayısıyla âyetteki ıslah, yetimlerin sadece mallarını artırmayı değil onlara çok yönlü sahip çıkmayı kapsamaktadır. Bu çerçevede ıslahın, yetimlerin korunup kollanmalarından, inanç, amel ve ahlak yönünden donanımlı kılınmalarına; yine sosyal hayata kolaylıkla entegre olmalarını sağlayacak temel eğitimlerinin verilmesinden, hayatın zor şartlarına alıştırılmalarına ve mallarının en meşru ve kazançlı şekilde işletilmelerine kadar pek çok alanda birçok farklı vazifenin yerine getirilmesini içine aldığını söylemek mümkündür.

Öte yandan ıslahı emreden âyetin devamında yetimlerle kardeşlik bağlarının kurulması ve onlarla birlikte hayat sürdürülmesi önerilmiştir. Böylece Kur’ân, yetimin muhtaçlığını, yoksulluğunu ve sahipsizliğini ortadan kaldırmaya yönelik hükümleri de vaz’ etmiş olmaktadır. Zira âyetin devamında yer alan “Eğer onlara sahip çıkmak için kendileriyle beraber oturmak isterseniz bu da mümkündür; Zira onlar sizin kardeşlerinizdir.”[39] ifadesiyle Kur’ân, kardeşlik bağlarına vurguda bulunarak yetimlerin toplum tarafından dışlanmasına ve hor görülmesine engel olmak istemiştir. İslam’ın öngördüğü bu kardeşlik müessesesi, yetimlerin yanlarında her zaman birilerinin bulunacağı ve onların toplumun değerli birer üyesi kabul edilecekleri duygu ve düşüncesine sahip olmalarını sağlamaktadır.[40] Haddi zatında “Onlar sizin kardeşlerinizdir.”[41] âyeti mucibince yetimlerin din kardeşimiz olduğu gerçeği göz önünde bulundurulacak olursa onlara yediğimizden yedirme, giydiğimizden giydirme, yetişmeleri için her türlü ortamı hazırlama ve onlarla bir arada yaşamanın teşvik edildiği kendiliğinden anlaşılacaktır.

Burada ifade etmemiz gereken bir husus da şudur: Kur’ân yetimlere ait hükümleri bildirdiği bazı ayetlerin son kısımlarında Allah’ın herşeye muttali olduğuna dikkat çekerek, bu meselenin uhrevî bir yanının olduğunu nazara vermektedir. Nitekim yetimlerin ıslahına ilişkin ayette de “Allah kimin iyileştirme gayesi güttüğünü kimin da işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir.”[42] beyanı bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Yüce Allah, ıslah ve ifsat düşüncesiyle hareket edenleri bildiğini ifade ederek bu meselenin bir taraftan vicdanî yönüne diğer taraftan da uhrevî boyutuna işaret etmiştir. Buna göre gönüldeki gizli niyetleri, tahayyül ve tasavvurları bilen Allah, bir takım menfaatler için yetimleri yanına alan kişiye hesap soracaktır.[43] Razî’nin yaklaşımına göre bu ilahî beyan, esasında uhrevî müeyyideye dikkat çekmektedir. Bu durumda ortaya çıkmaktadır ki Allah, zahiren ıslah düşüncesi içerisinde olan fakat içinden farklı niyetler geçiren kimseleri, gizlemiş oldukları düşüncelerden dolayı hesaba çekecektir. Şu halde esasında “Allah kimin iyileştirme gayesi güttüğünü, kimin de işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir”[44] âyeti çok ciddi bir uyarı anlamı taşımaktadır.[45]

Ayrıca yetimlerin korunması ve ıslah edilmesine ilişkin bunca öğüt ve teşvike rağmen kimi zaman yetimlere akrabaları ve velîleri sahip çıkmamaktadır. Bu durumda onlara bakmak sosyal bir sorumluluk olarak Müslüman topluma düşmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, “Bir kimse arkasında çoluk çocuk bırakırsa, onlara bakmak bize aittir. Kim arkasında mal bırakırsa varislerine aittir.”[46] buyurmak suretiyle, yetimlere bakmanın toplumsal bir vazife olduğuna işaret etmiştir. Hiç şüphesiz insan topluluklarının oluşturduğu siyasi hâkimiyetin teşkilatlanmış şekli olması hasebiyle devlet, yetimlerin temel hak ve hürriyetlerini, bireysel ve sosyal kazanımlarını güvence altına alabilecek ve sosyal hayatın değişik katmanlarında kimsesiz çocukların düzenli ve istikrarlı bir şekilde vazife almalarını sağlayabilecek en büyük ve en önemli tüzel bir varlıktır.[47] Hemen belirtelim ki İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren kimsesiz çocukların toplum ve devlet ölçeğinde korunmaya başlandığına tanıklık etmekteyiz. Nitekim asr-ı saadette yetimlerin ihtiyaçlarını giderebilmek maksadıyla gönüllü bağış ve yardımların yapılması, düzenli vergilerin tahsil edilmesi gibi bir takım uygulamalara yer verildiği dikkatleri çekmektedir.[48] İslam’ın yetime yönelik teşviklerinden hareketle Osmanlı Devleti de, Daru’ş-şafaka ve Daru’l-eytâmlar kurarak, kimsesiz kalan çocukları himaye etmeye çalışmıştır.[49] Dolayısıyla yetim kalan bir çocuğa akrabaları bakmadığı takdirde, Müslüman toplumun veyahut nihaî olarak devletin ona sahip çıkması zorunludur.[50] Devletin bu görevi, kayıpsız bir şekilde yerine getirebilmesi ve yetimlerin ihtiyaçlarını eksiksiz ve kesintisiz sağlayabilmesi için ise devlet bütçesinden yeterli ödenek ve fonların tahsis edilmesi gerekmektedir.[51]

Özetle ifade etmek gerekirse ilahî kelam, yetimlerin kimsesizlik ve yalnızlıklarını su-i istimal etmek isteyenlere yasak getirmekte ve onların korunup muhafaza edilmelerini emretmektedir. İslam tefsir tarihinde pek çok müfessir, konuyla ilgili âyetlerin yorumunda yetimleri himaye etme prensibinin temelde maddî ve manevî olmak üzere iki şekilde hayata geçirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede yetimlerin ıslah edilmesine çalışmak, onları himaye altına almak, güzelce yetiştirmek, talim ve terbiye vermek, mallarını işletip onların yararına olacak şekilde kazanca dönüştürmek büyük bir erdem olarak değerlendirilmiştir. Zaten yetimleri koruyup kollamayı salık veren âyetteki ıslah kelimesi de yetimlerin lehine olacak meşru her türlü etkinliği içine alan bir kavramdır.

3.2. Yetimlerin Mâlî Açıdan Himaye Edilmesi

Kur’ân-ı Kerîm’de yetimlerle ilgili en fazla üzerinde durulan konu, onlara ait olan malların muhafaza edilmesi ve bu mallara haksız yere el uzatılmamasıdır. Zira mala karşı aşırı düşkün yaratılan insan nefsi[52], eğer terbiye edilmezse elinin altında bulunan yetimlerin mallarına bile göz dikebilecek ve haksız yere bu mallara sahip çıkabilecek bir derekeye düşebilir. Diğer taraftan yetimlerin küçük olmaları hasebiyle mallarını korumaktan aciz durumda bulunmaları ve buna bağlı olarak da onların mallarında tasarrufta bulunma yetkisinin velilerine ait olması da, su-i istimal ve istismar ihtimalini artıran faktörler arasında zikredilebilir.

Bu yüzden Nisa suresi 4/10. ayette Yüce Allah “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınları dolusu ateş yerler. Onlar, yarın harıl harıl yanan bir ateşe gireceklerdir.” buyurmak suretiyle, hiçbir hak ve hukuk gözetmeden yetimlerin mallarını yiyenlerin çetin bir azaba dûçar olacaklarını ve korkunç bir ateşe gireceklerini belirterek müminleri son derece sert bir dille ikaz etmiştir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki bu ayette her ne kadar sadece yeme fiili zikredilmiş olsa da, esasen bununla yetimin malları hakkında yapılacak her türlü haksız tasarruf kastedilmiştir.[53] Dolayısıyla yetimin mallarına yönelik haksız bir tasarruf ve kazançta bulunan kimse, ayette zikri geçen uhrevî müeyyideye maruz kalacaktır.

Nüzûl dönemine tanıklık etmeleri ve vahyin ilk muhatap kitlesini oluşturmaları hasebiyle Kur’ân’ın tefsirinde son derece ayrıcalıklı ve öncelikli bir konumda bulunan sahabe topluluğu, bu ayetin içerdiği tehdit karşısında öyle korkmuş ve irkilmiştir ki böyle bir uhrevî azaba maruz kalma ihtimalinden dolayı yetimlerden uzak durmaya başlamıştır.[54] O kadar ki müminler, yetimin yiyeceğini, sütünü, hizmetçisini, bineğini hatta ona ait olan her şeyi, kendilerinkinden tamamen ayırma yoluna gitmişlerdir.[55] Çünkü bu ayet, yetimlerden ve onlara ait olan herşeyden uzak duracak kadar şiddetli bir tehdit içermektedir. Bu noktada ayetteki muhtevayı destekleyici ve tefsir edici mahiyette Hz. Peygamber’in miraç yolculuğundaki şu müşahedesine yer vermek tam yerinde olacaktır. Ebû Said el-Hudrî’nin rivayetine göre Allah Rasûlü’nün o mukaddes yolculuğunda müşahede ettiği cehenneme ait manzaralardan birisi de şu şekildedir: “Deve dudakları gibi dudakları olan bir kavim gördüm. Bunlar için görevlendirilen birisi onların dudaklarını yakalıyor sonra da ağızlarına ateş kesilmiş bir taş koyuyordu. Öyle ki bu taş onların alt taraflarından çıkıyordu. Bunun üzerine ben, ‘Ey Cebrail, bunlar da kimdir?’ diye sorduğumda, o da: ‘Bunlar haksızca yetimlerin mallarını yiyen kimselerdir.’ şeklinde cevap verdi.”[56]

Tabiin dönemi âlimlerinden Suddî, yetim malı yiyen kimsenin, kıyamet gününde ağız, burun, göz ve kulaklarından alev saçarak diriltileceğini ve bu bedbaht kimseyi gören herkesin, onun, yetim malı yemiş olduğunu bileceğini belirtmiştir.[57] Bu ayette ifade edildiği üzere yetim malı yiyen insanların maruz kalacağı “Saîr” isimli kaynar ateşin, bilinen ateş türlerinden hiç birisine benzemeyeceği ve bu ateşteki şiddetin derecesini de Allah’tan başka hiçbir kimsenin algılayamayacağı söylenmiştir.[58]

Kur’ân, yetim malı yemenin büyük bir günah olduğunu sarih bir şekilde beyan eden bir başka ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Yetimlere mallarını verin, temizi verip murdarı almayın, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız gerçekten büyük bir günahtır.”[59]

Hemen belirtelim ki bu ayet yetimlere ait malların kendilerine tastamam teslim edilmesini emretmektedir. Daha açıkcası burada emredilen husus, yetimlere ait mallara göz dikilmemesi, onların güzelce muhafaza edilmesi ve sırası gelince de hiçbir zorluk çıkarmaksızın yetimlere ait malların noksansız bir şekilde iade edilmesidir. Bu ayette geçen “Temizi verip murdarı almayın.” ifadesinin delaleti hususunda müfessirler farklı görüşler serdetmişlerdir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir:[60]

1- Yetimlerin mallarının yenilmesi onların velî veya vasîlerine haram olduğu için bu mallar “habis” yani pis ve iğrenç olarak vasıflanmıştır. Böylece onlardan haram ve pis olan malları bırakmaları, kendilerine ait olan helal ve temiz maldan istifade etmeleri istenmiştir. Nitekim Mücahid, “Habisi tayyible değiştirmeyin.” ayetini, “Haramı, helal ile değiştirmeyin.” şeklinde tefsir ederken[61] büyük dil alimi Ferrâ da “Kendi malınız yerine yetimlerin malını yemeyin, (çünkü) onların malı size haramdır.” ifadeleriyle açıklamıştır.[62] Ayrıca burada yetim mallarının “habis” olarak nitelendirilmesi, insanları bu mallardan uzak tutma amacına yöneliktir. Zira insan fıtratı ve tabiatı gereği pis ve iğrenç nesnelerden tiksinir. Dolayısıyla bu ifadelerle şer’an haram olan bir fiilin fıtraten de ne kadar çirkin bir davranış olduğu beyan edilmiştir.[63]

2- Bir başka telakkiye göre âyet, velî ve vasîlerin ellerindeki kötü ve değersiz malları yetimin mallarına katmak suretiyle onların güzel ve değerli mallarını almalarını yasaklamaktadır.

3- Bir anlayışa göre bu ayet, insanın kendi malıyla yetimlerin malları arasında bir alış-veriş yapmamasını salık vermektedir. Buna göre onların mallarını olduğu gibi muhafaza etmek gerekir. Eğer yetimlerin mallarını satmak icab ederse bu takdirde şaibe ve töhmetten uzak durma adına bunları başkalarına satmak daha doğrudur.

4- Bir yoruma göre ise ayet, yetimlere ait malları haksızlık ve zulüm irtikâp etmek suretiyle almamayı aksi takdirde insanın elinde bulunan güzel malların zayi olabileceğinden söz etmektedir.

5-Bazı âlimler ise bu âyetten hareketle şöyle bir yorumda bulunmuşlardır: “Haram olan rızıkta acele edip de, senin için takdir edilen ve sana gelecek olan helâl rızkını beklemeden onu yeme!”[64]

Kaynakların bildirdiğine göre bu ayetle ilgili olarak nüzul döneminde vahyin inzaline sebep teşkil eden hadise şöyle gerçekleşmiştir:[65] Gatafan kabilesinden Münzir b. Rifâ’, yanında bulunan ve büyük miktarda bir mala da sahip olan kardeşinin oğluna büluğ çağına erdikten sonra malını teslim etmemiştir. O da Hz. Peygamber’e giderek amcasını şikâyet etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber de, ona bu ayeti okuyarak yeğeninin malını teslim etmesini emretmiştir.[66]

İlgili ayetteki “innehû kene hûben kebirâ” ifadesi de, yetime malını vermemenin veya onun malını kendi malına katarak yemenin büyük bir günah ve zulüm olduğunu beyan etmektedir.[67] Nitekim müttefekun aleyh bir hadis-i şerifte Allah Resûlü, “Helâk edici yedi günahtan kaçınınız.” buyurmak suretiyle ümmetini uyarmış ve bu yedi büyük günahtan birisi olarak da yetim malı yemeyi zikretmiştir.[68]

Geldiğimiz nokta itibariyle anlaşılmaktadır ki yetimlerin malını en mükemmel şekilde himaye etmek üzerimize düşen dinî vecibelerdendir. Şu durumda yetimlere ait olan malların ne zaman kendilerine teslim edileceği; velî ve vasînin bu mallardan yiyip yiyemeyeceği ve bu malların yetimlere tesliminin nasıl kayıt altına alınacağı hususlarına da nassların ışığı altında açıklık getirmek faydalı olacaktır. Bu konuda Yüce Allah müminlere şöyle buyurmaktadır:[69]

“Yetimleri evlenme çağına varıncaya kadar gözetip deneyin. Akılca olgunlaştıklarını görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyünce ellerine alacakları düşüncesiyle o malları israfla tüketmeyin. İhtiyacı olmayan veli, yetim malına tenezzül etmesin. Muhtaç olan ise meşrû sûrette, ihtiyaç ve emeğine uygun olarak yararlansın. Onlara mallarını teslim ettiğinizde bunu şahitlerle tespit ettirin. Allah hesap sorandır ve O’nun hesap sorması kâfidir.”[70]

Bu ayet, öncelikle yetimleri evlenme çağına varıncaya kadar denemeyi öngörmektedir. Bu deneme sonucunda eğer yetimlerin akılca olgunlaştıkları ve buna bağlı olarak da mallarını koruma eğilimine sahip oldukları ortaya çıkarsa bu durumda velî ve vasîlerin yanlarında bulunan mallarını onlara teslim etmesi bir zorunluluktur.[71] Eğer yetim büluğ çağına ulaşıp da olgunluk evresine ve rüşd dönemine varmazsa, velî ve vasî onun tasarruflarına sınır getirme yetkisine sahiptir.[72] Tam bu noktada yetime ve ona ait mala sahip çıkan velînin durumuna da değinmek gerekir. Yetime velilik yapan kişi şayet fakirse o kimsenin örfe uygun bir şekilde haddi aşmaksızın hayatını idame ettirecek kadar yetime ait maldan yemesi mübah kabul edilmiştir.[73] Çünkü yetime velilik yapan kişi onun işlerini ve mallarını koordine etmeye ve yetimle ilgilenmeye karşılık bir ücret almış olmaktadır. Eğer velî zengin ise bu takdirde bir mala ihtiyacı bulunmadığı için ayet mucibinde iffetli davranarak yetime ait maldan uzak durmak zorundadır. Nitekim Hz. Aişe de bu ayetin sebeb-i nüzûlü bağlamında şu açıklamalara yer vermektedir: “Bu ayet, yetime bakan velînin fakir olması halinde, bakım hizmetine mukabil, yetimin malından uygun şekilde yiyebileceğini beyan için nazil olmuştur.” [74]

Bazı müfessirler bu konuda son derece hassas tutum sergileyerek yetimi himaye eden fakir bir velînin darlık halinde bile onun malından aldıklarını borç olarak değerlendirmiştir. Bu görüşü benimseyen İslam alimlerine göre o kişi, darlık halinden kurtulduğu zaman yetimin malını geri ödemek zorundadır.[75] Ancak muhtaç halde bulunan velînin, yetimin malından aldığı miktarı, onun bakım-görüm hizmetini yerine getirmeye ve onun adına işler yapmaya mukabil alınmış bir ücret olarak değerlendirmek nasslardaki sarih manaya uygun düştüğü için daha doğru bir yaklaşımdır.

İslam hukukçuları, söz konusu ayet-i kerimeden pek çok fıkhî istidlalde bulunmuşlardır. Fıkıh kitaplarında son derece ayrıntılı biçimde ele alınan bu hususları şu şekilde özetlemek mümkündür: Öncelikle ifade edelim ki, bu ayet-i kerimede vaz’ edilen hükümlerle, yetimlerin malî hakları koruma altına alınmıştır. Her ne kadar burada fakir olan velîlerin yetimlerin malından yemesine müsaade edilmesi yetimin aleyhine gibi gözükse de, aslında bu hükümde de asıl olan velîden ziyade yetimin maslahatıdır. Çünkü velîlere yönelik böyle bir ruhsat tanınmasa, fakir olan velîler yetimlerin mallarını koruyamaz, nemalandıramaz ve vakti zamanı gelince de tastamam bir şekilde mallarını teslim edemezlerdi. Dolayısıyla böyle bir ruhsatın, önemli bir sosyal problemin halledilmesinde ciddi bir rolü olduğu söylenebilir.[76]

Nitekim bu konuda Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: “Bir adam Allah Rasûlü’ne gelerek: “Benim malım yok ama bir yetime bakıyorum (Onun malından yiyebilir miyim?)” diye sorduğunda Allah Rasûlü şöyle cevap vermiştir: “Yetiminin malından, israf etmeden, aceleyle tüketeyim demeden, kökünden bitirmeksizin ve malını malıyla karıştırmaksızın yiyebilirsin.”[77]

Bilindiği üzere sahabe, Kur’ân âyetlerinin mana ve muhtevasını içselleştirip hayata tatbik etmekle temayüz etmiş seçkin bir nesildir. İşte Hz. Ömer de Kur’ân’ın yetime yönelik hassas yaklaşımından hareketle kendi şahsî hayatında farklı bir tutum geliştirdiğini şu ifadeleriyle göstermektedir: “Şunu bilin ki, beytü’l-mâle karşı kendi durumumu, velînin yetimin malına karşı durumu gibi belirledim. Buna göre şayet ihtiyacım olmazsa iffetli davranarak ondan uzak dururum. Eğer fakir düşersem maruf ölçüler içerisinde ondan yerim. Ödeme imkânım olduğu vakit de aldığım miktarı geri öderim.”[78] Ne var ki İslam hukukçuları, Hz. Ömer’in bu uygulamasını azimet olarak değerlendirip, fakir olan velînin yetimin malından yediği miktarı geri ödemesinin zorunluluk arzetmediğini ifade etmişlerdir.[79] Bütün bunlardan ayrı olarak bahsi geçen ayetin baş tarafında yetimlerin evlilik çağına gelince denenmesinin emredilmesi câlib-i dikkattir. Burada yetimleri salt denemeye tabi tutmaktan ziyade öncelikle onların çok yönlü istikbale hazırlanması ve onlara gerekli her türlü talim ve terbiyenin verilmesi gerektiğinin öngörüldüğü şüphesizdir. “Çünkü bu çağdan itibaren birey, soyut olarak düşünmeye başlamakta, yetişkinlerden duygusal olarak bağımsızlaşmakta, ekonomik bir mesleğe hazırlanmakta, çocukluktan çıkıp yetişkinler gibi davranmaya çalışmakta, kendi güç ve yeteneğiyle sorunlarını çözebilmekte, sosyalleşmeyi hızlandıran grup etkinliklerine katılmakta, toplumun kendisinden beklediği rolü benimsemekte, pekişmiş bir kimlik duygusu oluşturmakta ve yetişkinler dünyasıyla tam olarak iletişime girmeye hazır hale gelmektedir.”[80]

İşte evlenme çağına ve rüşd dönemine adımını atan yetim genç, zihinsel ve psiko-sosyal gelişimlerini, velîsinin ve çevresinin desteğiyle tamamlamaya çalışır. Bu yüzden yetimin ahlakî, ruhî ve psiko-sosyal gelişimi, dünyevî işleri yürütmedeki başarısı, malî işlemleri organize etmedeki kabiliyeti velî tarafından takip edilmelidir. Eğer bu hususlarda bir yetersizlik görülürse gerekli destek verilerek yetimlerin eğitilmeye çalışılması, kendi kendini idare edecek hale gelmelerinin sağlanması, böylece hayata ve istikbale hazır hale getirilmesi de velîlerin üzerine düşen bir mükellefiyettir. Bilhassa yetim kalan çocuğun olgunluk devresine girince ticarî işlerini yürütüp yürütemeyeceğinin kontrol edilmesi gerekmektedir. Bu şekilde onun kendi ayakları üstünde durabileceğine ve kendi kendini idare edebileceğine kanaat getirilirse ilk planda ona mallarından bir miktar verilerek nasıl bir tasarrufta bulunduğu gözlemlenir. Bütün bu gözlem ve denemeler sonucunda yetim çocuğun gerekli beceri ve kabiliyetleri edindiğine kanaat getirilirse ona ait malların sevk ve idaresi, tasarruf ve sorumluluğu bütünüyle kendisine devredilir.[81]

Bir de ayet-i kerime, yetimin malından “israf” ve “bidâr” ile yemeyi yasaklamıştır. “İsraf”, haddi aşmak, bir şeyde aşırı gitmek ve malı saçıp savurmak manasına gelirken, “bidar” ise, acele etmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla yetime ait malın haddi aşmak suretiyle israfla tüketilmesi ve yetim çocuğun büyüyerek mallarını talep edeceği korkusuyla aceleyle yenilmesi haram kılınmıştır.[82] Söz konusu âyetle ilgili son olarak yetimlere ait malların tamamıyla onlara teslim edildiğine dair şahit tutulmasının emredilmesi, bu konuda ne kadar titiz ve hassas olunması gerektiğini gözler önüne sermektedir. Şu bir gerçek ki malların şahit huzurunda yetimlere teslim edilmesiyle bir manada haksızlık, zulüm ve fitnenin önüne geçilmiş olacaktır. Şahit tutmak bir taraftan velîlerin töhmetten kurtulmaları diğer taraftan da yetimlerin mallarını eksiksiz ve tastamam almaları adına önemli bir hükümdür.

Yetimin korunması ve mallarının muhafaza edilmesi hususundaki hassasiyetten iki farklı surede benzer lafızlarla “Rüşdüne erinceye kadar, yetimin malına en güzel şeklin dışında bir sûrette yaklaşmayın!”[83] şeklinde de söz edilmiştir. Bu âyette “Yetim malını yemeyin.” veya “Yetim malını almayın.” gibi ifadeler yerine, “Yetim malına yaklaşmayın.” şeklinde bir nehiy kullanılması, esasında her ne şekil ve surette olursa olsun yetimlerin aleyhine olabilecek herhangi bir tasarrufu engellemeye yöneliktir. Zira bir şeye yaklaşmanın nehyedilmesi, o fiili yapmanın yasaklanmasına göre çok daha beliğdir.[84]

Öte yandan bu âyet, köklü bir paradigma değişikliğine giderek cahiliye dönemindeki yaygın ve yerleşik uygulamaya son vermektedir. Buna göre zengin ve güçlü kişilerin yetimlere ait mallardan diledikleri gibi tasarrufta bulunamayacakları açık bir şekilde belirtilmekte, bunun yerine sadece onun maslahat ve çıkarını gözetmek şartıyla yetim malına yaklaşmak gerektiği vurgulanmaktadır.[85] Şu halde “Yetim malına yaklaşmayın.” ifadesi, yetim malını bırakın kullanmayı, değişik amaç ve gayelerle ona yaklaşmaya bile cevaz verilmediğini göstermektedir.[86] Tam bu noktada Hz. Peygamber’in yetimin hakkını çiğnememeye karşı hassasiyetini gösteren şu duasını hatırlamak yerinde olacaktır:

“Allahım! Ben şu iki zayıfın hakkının çiğnenmesinden ümmetimi sakındırırım: Yetim ve kadın.”[87] Yine Allah Rasûlü ikaz mahiyetinde bir sahabesine yönelik şöyle bir uyarıda bulunmuştur:

“Ey Ebû Zer! Ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi üzerine amir olma ve sakın yetim malına da velilik yapma!” [88]

Diğer yandan mezkur ayette yetimin malına yaklaşmanın en güzel kaydıyla sınırlandırılması, başka hiçbir maksatla ona yaklaşılamayacağını dolayısıyla da velînin kendi malına sahip çıkıyor gibi yetimin malına sahip çıkmasını ve yine ekip biçerek, kiraya vererek, ticaret yaparak yetime ait malların işletilmesini ve buna bağlı olarak da onların azalmasına ve âtıl durumda kalmasına fırsat verilmemesini öngörmektedir.[89] Bu bağlamda Hz. Peygamber’den gelen şu tahzîr, konumuzla ilgili son derece anlamlıdır:“Dikkat ediniz! Her kim, mal sahibi bir yetimin himayesini üzerine alırsa, onun malıyla ticaret yapsın, o malı âtıl bırakarak, zekâtın yok olmasına imkan vermesin.”[90]

Sonuç itibariyle ayet ve hadislere bütüncül olarak bakıldığında görülecektir ki İslamî nasslar yetimlerin ekonomik yönden istismar edilmesini önlemek istemekte ve onlara ait malların en güzel şekilde muhafaza edilip geliştirilmesini talep etmektedir. Nasslar çerçevesinde yetim malına ilişkin yapılması gereken muameleyi üç ana maddede toplamak mümkündür.

  1. Yetim malının muhafaza edilip korunması
  2. Yetim malının âtıl bırakılmayıp onun faydasına olacak şekilde kullanılması
  3. Yetim belli bir olgunluğa geldiğinde ise emanet olarak tutulan yetim malının tastamam sahibine teslim edilmesi

Öte yandan yetimlerin ergenlik çağına geldiklerinde malî tasarruflarını ve gündelik hayata ilişkin işlemlerini yapabilecek istidadı kazandıklarının ve yine aklî, zihnî, ruhî gelişim ve dinî eğitim açısından belli bir olgunluğa ulaştıklarının yakından takip edilmesi ve bu hususlarda gerekli desteğin sağlanması gerektiği de aşikârdır.

3.3. Yetime İnfakta Bulunma ve Onu Önceleme

İslam dininin sosyal hayatta yardımlaşma ve dayanışmayı esas aldığını, daha veciz bir ifadeyle İslam’ın bir yardımlaşma ve paylaşma medeniyeti inşa etmek istediğini söylemek mümkündür. Bu yüzdendir ki İslam’da ikram, infak, yardımseverlik ve cömertlik gibi vermeye dayalı eylemler, en yüksek ahlakî erdemler arasında kabul edilmiştir. Bu yüce hasletler yetim için olunca daha bir başka değer kazanmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, yetime ikramda bulunmanın uhrevî mükâfatını şöyle dile getirmiştir: Kim Müslümanlar arasından bir yetimi alarak onu yiyecek ve içeceğine dâhil ederse, affedilmez bir günah (şirk) işlemedikten sonra, Allah o kimseyi mutlaka cennete koyacaktır.”[91] Bu nebevî beyanlara ilave olarak Allah Resulü bizzat uygulamalarıyla da yetim sahip çıkmanın ve ona infakta bulunmanın önemini şu şekilde göstermiştir. Uhud Savaşı’nda şehit düşen Enes b. Fudâle’nin üç yaşındaki oğlu, Hz. Peygamber’in huzuruna getirildiğinde O, satılmaması ve hibe edilmemesi şartıyla ona bir hurmalık bağışlamıştır.[92]

Hemen belirtelim ki Müslümanlığa yaraşan kişinin kendisini düşündüğü gibi yetim ve öksüzleri doyurmayı, fakir ve yoksulların ihtiyaçlarını tedarik etmeyi düşünmesidir. Bilhassa büyük çoğunluğu itibariyle fakir halde bulunan yetimlerin yedirilip içirilmesi, giydirilip kuşandırılması ve daha başka maddî-manevî ihtiyaçlarının giderilmesi fevkalâde önem arz etmektedir. Nitekim Kur’ân “Siz yetime ikram etmiyorsunuz.”[93] buyurarak yetimlere karşı duyarsızlık gösterenleri kınamıştır. Çünkü bu ayet öncesiyle birlikte ele alındığında yetime ikramda bulunmayanların Allah’ın nimetlerine nankörlük yapan insan tipleri olduğu anlaşılmaktadır. Râzî, yetime ikram etmemeyi “onlara iyilik etmeme”, “onların elinden mallarını alma” ve “onu mirastan menetme” şeklinde yorumlamıştır.[94] Ancak kişiyi, yetim ve yoksula ikramda bulunmaktan alıkoyan ana etkenlerden birisi ise daha sonraki ayette ifade edildiği üzere mala karşı aşırı tutkudur. Tam bu noktada bu ayetleri bütüncül olarak değerlendiren Semerkandî’nin şu görüşlerini aktarmak yerinde olacaktır:“Mallarını üzerinize aldığınız yetim çocukları kolayca kandırabildiğinizden dolayı helal haram demeden sanki babanızın malıymış gibi yüzsüzce ve vicdanınız sızlamadan yersiniz. Bu gibi gayr-i meşru yollarla mal toplamayı da pek çok seversiniz… Devlet malının ganimet sayılarak talan edilmesinin de dolaylı yollardan yetim malını yemek olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.”[95]

Şu halde yetimleri düşünmek onları sadece doyurmakla ve giydirmekle sınırlandırılamaz. Bunun yanısıra yetimlerin daha bir çok farklı gereksinimlerini karşılamak ve onlara çok yönlü sahip çıkmak gerektiği de belirtilmelidir.

Öte yandan nasslardaki üslûb ve ifade şekillerine bakıldığında infakta bulunma hususunda yetimlerin öncelendiği görülecektir. Başta yetimin yakın akrabaları olmak üzere varlıklı kişilerin her türlü iyilik ve yardımda onları öncelemesi bir manada zorunludur. Zira Kur’ân’daki bir çok ayet, yardım etme, iyilik ve infakta bulunma hususunda anne, baba ve yakın akrabadan hemen sonra yetimleri zikretmek suretiyle onları ihmal etmenin önüne geçmiştir. Nitekim bir ayetinde Kur’ân bu hususu şöyle dile getirir:

“Takva/iyilik, yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir. Lâkin takva Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, sevdiği malını Allah’ı hoşnut etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren kimselerin davranışıdır…”[96]

Görüldüğü üzere bu ayette Kur’ân, akrabadan hemen sonra yetimi zikretmek suretiyle gerçek iyilik ve dindarlık göstergelerinden birisinin sevilen maldan yetime vermek olduğunu ortaya koymuştur. Bu durumda yetime infakta bulunmak yoksula, yolda kalmışa, dilenen kimseye ve köleye infakta bulunmaktan daha öncelikli bir konumda yer almaktadır.[97] Şu halde Allah’ın rızasına nail olmak için öksüz ve yetim kalmış çocuklara infakta bulunmanın ve onlar için elden gelen her türlü fedakârlığı yapmanın muttakilere ait güzel davranışlar arasında yer aldığında asla şüphe yoktur.

Benzer şekilde Bakara suresi 2/215. ayette de Yüce Allah infak edilecek kişiler arasında anne baba ve yakın akrabalardan hemen sonra yetimleri şöyle zikretmiştir: “Sana Allah yolunda kimlere ve ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İnfak edeceğiniz mal anne baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipler için olmalıdır.”[98] İlahî kelamda anne baba ve akrabalardan sonra yetimlerin gelmesi onların daha ziyade ihtiyaç sahibi olmaları ve infakı hak etmeleriyle yakından ilgilidir.[99]

Burada şunu da belirtelim ki yetim kalan kişinin bir de akraba olması halinde ise bu onu, infak ve yardımda daha da önemli ve öncelikli kılmaktadır. Allah Teâlâ, Beled suresi 90/15. ayette akrabadan olan yetimi doyurmayı, sarp yokuşun tırmanılmasında aşılması gereken hedeflerden birisi olarak zikretmiştir. Söz konusu ayeti, metin içi bağlamıyla birlikte değerlendirecek olursak ortaya şu sonuç çıkmaktadır. İyiliklerin toplandığı tepeye giden yollar sarp ve aşılmaz olsa da insanın onu başarıyla geçebilmesi kendi menfi arzu ve istekleriyle mücadele etmesinden geçmektedir. İşte sarp yokuşu temsil eden erdemlerden birinin de kıtlık gününde, akrabadan olan yetime şefkat ve sevgiyle sahip çıkmak ve onu yedirmek olduğu anlaşılmaktadır.[100] Bu durumda hem yetime sahip çıkma hem de sıla-i rahimde bulunma gibi çok önemli iki vazife birden îfâ edilmiş olmaktadır. Nitekim Allah Resulü bu hususa “Sadaka fakirin hakkıdır. Akrabanın hakkı ise ikidir: sadaka ve sıla.”[101] mealindeki hadisiyle işarette bulunmuştur.

Umumî manada yetimlere infakta bulunmayı teşvik eden ayet-i kerimelerin yanı sıra Kur’ân onlara miras, fey ve ganimet gibi gelirler de tahsis etmiştir.[102] Bilindiği üzere ganimet, muharebe esnasında gazilerin harbîlerden zorla aldıkları mal olarak tarif edilmiştir. Fey’ ise haraç, cizye, ticaret vergileri, musaleha bedelleri gibi savaşmaksızın gayr-i müslimlerden alınan mallardır. [103]

İşte yetimlere bazı kamu gelirlerinin tahsis edilmesi, bu hususun sadece vicdanlara bırakılmadığını, bizzat normatif hükümlerle desteklenmek suretiyle yetimlerin korunup himaye edilmesinin nihaî olarak devletin sorumluluğu altında olduğunu göstermektedir. Konuyla ilgili ayette ganimetten pay verilecek kimselerden bahsedilirken yetimlerden de meâlen şöyle söz edilmektedir: “Bir de malumunuz olsun ki savaşta elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ındır. Yani Resulullâha, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara (gariplere) aittir.”[104] Bu ayete göre, savaşta elde edilen ganimetin beşte birlik kısmının sarf edileceği yerlerden birisi de yetimlerdir.[105] Yine Haşr suresi 59/7. ayette yetimlere tahsis edilen bir başka gelirden yani fey mallarından bahsedilmiştir[106]“Savaş olmaksızın fethedilen ülkelerin halklarına ait mallardan Allah’ın, Peygamberine nasib ettiği ganimetler; Allah’a, Resulüne, akrabalara (Peygamber’in yakın akrabalarına), yetimlere, fakirlere ve yolda kalmış gariplere aittir. Ta ki o mallar, sizden yalnız zenginler arasında el değiştiren bir servet haline gelmesin.”[107]

Görüldüğü gibi bu âyette devletin önemli gelir kaynaklarından birisini oluşturan feyin taksimiyle ilgili de yetimlere bir pay verilmiş, böylece bu gelirin sadece zenginler arasında dolaşıp duran bir servete dönüşmesinin önüne geçilerek toplumsal adalet ve eşitlik, sosyal huzur ve barış temin edilmeye çalışılmıştır.[108]

Zikredilen bu hususlardan ayrı olarak İslam âlimleri şu âyetten hareketle, miras taksimi esnasında hazır bulunan yetimlere de birşeyler vermenin gerekliliği üzerinde durarak değişik görüşler serdetmişlerdir: “Mirastan payı olmayan yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır bulunursa bundan, onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin.”[109]

Ayetin son derece sarih olan manasından da anlaşılacağı üzere mirasta hiçbir şerî hakkı bulunmayan ama miras paylaşımı esnasında hazır bulunan yetimlere de ihsanda bulunulması istenmektedir. Böylece yetimlerin sevindirilmesi ve gönüllerinin alınması sağlanmış olur.

Yeri gelmişken hemen belirtelim ki ayette yetimlere mirastan pay verilmesi hükmüyle ilgili olarak İslam hukukçuları bunun vücûb mu yoksa ibâha mı ifade ettiği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.[110] İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre bu hüküm farz değil menduptur. Bu âlimler, mirastan yetimlere pay verilmesinin gönüllü bir tasadduk olduğunu dolayısıyla zekâttan başka mecburi bir sadaka emrinin bulunmadığını söyleyerek bunun mendup bir fiil olduğunu belirtmişlerdir.[111]

Burada vurgulanması gereken bir başka önemli husus ise yetimlere özelde mirastan pay verirken genelde herhangi bir iyilikte bulunurken son derece nazik, güler yüzlü ve güzel sözlü olunması gerektiğidir. Buna göre yetime ihsanda bulunurken onu kırma ve incitme gibi Müslüman ahlâkıyla örtüşmeyen fiilerden ve yakışıksız davranışlardan uzak durulmalıdır.[112] Çünkü ayetin son kısmında geçen “Onlara güzel söz söyleyin.” ifadesi bütün bu manaları ihtiva etmektedir. Yine başa kakmama hususu çok daha sarih ve vurgulu bir şekilde İnsan suresi 76/8. ayette şöyle bildirilmiştir: “Kendileri de sevip istedikleri halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler. Biz size sırf Allah rızası için ikram da bulunuyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. ”[113]

Açıkca görüldüğü üzere Kur’ân yetimlere yapılacak iyiliğin sırf Allah rızası için yapılması gerektiğini hatta bu şekilde davrananların Allah katında ebrardan sayıldıklarını deklare etmektedir. Dolayısıyla ebrarın yani hayırlı ve iyi kul olmanın hususiyetleri arasında yetimi yedirip doyurma, ona infakta bulunma ve bütün bunlara karşılık ondan hiçbir çıkar elde etmeme yer almaktadır.[114] Buna göre ebrarı yetime karşı ikram ve ihsanda bulunmaya teşvik eden temel etken sadece Allah’ın rızasına nail olmaktır. Râzî bu ayetten hareketle daha kuşatıcı bir yorumda bulunmuştur. Ona göre ayette yetim ve yoksul kimselere ikramdan bahsedilmesi, esasında onlara her türlü iyiliği yapmaktan kinayedir. Bu durumda ayet, yoksul kişinin ve yetim çocuğun menfaatine ilişkin her faaliyeti kapsamaktadır.[115]

Bütün bunlardan sonra şunu ifade edelim ki Kur’ân ve Sünnetteki birçok nass hem sık sık yetime infakta bulunmayı hem de genel olarak infakta bulunurken yetimi öncelemeyi salık vermektedir. İslam dini, bireylere ait mallardan mirasa, devlete ait gelirlerden vergilere kadar pek alanda yetimlere yönelik tahsisatlar vaz’ ederek onlara çok yönlü sahip çıkılmasını ve güvence verilmesini taleb etmektedir. Ayrıca Kur’ân yetimlere karşı her türlü infak ve ihsanda, onların hiçbir şekilde rencide edilmemesini ve onlara bir mahcubiyet yaşatılmamasını istemektedir.

3.4. Yetimlere Karşı Güzel Muamelede Bulunmak

İslâm, yetimlerin himaye edilmesine, doyurulmasına, bakım ve gözetiminin üstlenilmesine, mallarına sahip çıkılmasına önem verdiği gibi onlara güzel muamele edilmesine de ihtimam göstermektedir. Zira yetim kalan bir çocuğun sağlam bir kişiliğe sahip olması ve toplumun önemli bir ferdi haline gelebilmesi için manevî açıdan da tatmin olması gerekmektedir. Buna göre bir taraftan yetime tebessüm etme, güzel sözler söyleme, onun başının okşama, hal ve hatırını sorma kısaca ona karşı şefkat ve muhabbetle muamele etme çok önemli iken diğer yandan da onu rencide edebilecek ve kalbini kırabilecek her türlü kötü söz ve fiilden, sert ve kaba davranıştan uzak durma da son derece mühimdir.

Anne babasını kaybetmiş bir yetime karşı güzel muamelede bulunma onun sağlam bir psikolojiye ulaşması açısından önem arzetmektedir. Nasıl ki anne-baba şefkati altına büyüyen çocukların sağlıklı bir kişilik ve kimliğe sahip oldukları bir vakıa ise aynı şekilde yetimlerin de sağlıklı bir kişiliğe sahip olabilmeleri için hakikî bir sevgi ve şefkat eline muhtaç oldukları gün gibi aşikârdır. Aksi takdirde şefkat ve merhametten yoksun olarak büyümüş yetimlerin geleceğin toplumunda ferdî ve ictimaî bir çok problemlere sebebiyet verebilecekleri bir gerçektir. Ayrıca günümüzde yapılan bazı bilimsel çalışmalarda sevgi ve şefkatten mahrum büyüyen yetim çocukların sürekli hastalandıklarına dair önemli bulgular ortaya konmuştur.[116]

İlahî kelamda yetimlere karşı gösterilmesi gereken muamele “Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şerik yapmayın. Anneye, babaya, akrabalara, yetimlere, güzel muamele edin.”[117] meâlindeki ayetle açıkça vurgulanmıştır. Benzer muhteva yine Bakara 2/83. ayette şöyle dile getirilmiştir: “Bir zaman İsrailoğullarından, ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel muamele edin,’ diye söz almıştık.”

Bu iki ayette de yetimlere ihsanda bulunulması emredilmektedir. Dolayısıyla yetimlere karşı sergilenecek muamelenin odak noktasını ihsan kavramı oluşturmaktadır. İhsan kavramı ise çok geniş bir yelpazede farklı iyilik türlerini içine alan zengin bir anlam içeriğine sahiptir.[118] Buna göre yetime iyilik yapma emri, bazen onun mutluluk ve üzüntüsünü paylaşmayı, yalnızlığını gidermeyi bazen ise ihtiyacı olduğunda yardımına koşmayı, el uzatmayı, şefkat, merhamet ve sevgi izhar etmeyi, güler yüzle ve tatlı dille muamele etmeyi ve daha bir çok güzel davranış sergilemeyi kapsamaktadır.

Öte yandan Kur’ân’da yetime karşı kötü muamelede bulunarak onu itip kakan insan tipolojilerine dikkat çekilmiş ve bir manada Müslümanların kendilerine yaraşır davranış sergilemeleri istenmiştir. Bu bağlamda Yüce Allah’ın şu beyanına yer vermek gerekmektedir: “Baksana şu dini, mahşer ve hesabı yalan sayana! O, yetimi şiddetle itip kakar.”[119]

Yetim konusuyla doğrudan bağlantılı olan bu ayetlerin sarih manalarından da anlaşılacağı üzere ahiret gününü yalan sayan insan, yetimi şiddetle itip kakmaktadır. Bir başka deyişle ahiret sorgulamasını ve hesap gününü inkâr eden kişinin bu dünyadaki en tehlikeli uygulaması yetimi itip kakması ve onunla ilgilenmemesidir.[120] Burada anlatılan insan modeli, inkârcı insan prototipidir. O halde yetime kötü davranmanın ve onu itip kakmanın bir kâfir sıfatı olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde yetime kötülük etmekle dini yalanlama vasıfları bir arada zikredilerek yetime güzel muamelede bulunmanın imanî bir olgunluk olduğuna işaret edilmiştir.[121] Müfessirler yetimi itip kakmanın mahiyeti hakkında değişik görüşler serdetmişlerdir: 1. Yetimin hakkını yeme, sonra da onu azarlama. 2. Kendisinden yardım talebinde bulunan yetimi kovma. Çaresizlik içerisinde olan yetim, halen ondan medet ummaya devam ederse onu hor görerek itip kakma. 3. Yetime zulmetme. Söz gelimi eve alınan bir yetime, evdeki bütün işleri yüklemek ona karşı yapılmış bir zulümdür.[122] Bu ayet etrafında serdedilen yorumlardan da anlaşılacağı üzere yetim çocuklara yönelik gösterilen fiziksel ve duygusal istismar ve şiddet, bir anlamda yetimi itip kakma ve onu incitme sayılacağı için yasaklanmıştır.[123]

Özetle ifade etmek gerekirse yetimlerin güçlü bir karektere sahip olabilmesi, sağlam bir kişiliğe kavuşabilmesi ve sağlıklı bir kimlik inşasında bulunabilmesi daha sonra da çevresine ve topluma faydalı bireyler olarak hayata devam edebilmesi kendilerinin küçüklükten itibaren velî ve akrabalarından sürekli şefkat ve merhamet görmeleri, sevgi ve ilgiye mazhar olmalarıyla çok yakından alakadardır. Aksi takdirde insanın psişik, psikolojik ve manevî gelişimi için hayatî önem arz eden bu duygular bulunmadığında yetimin kendi iç dünyasında derin boşluklar hissetmesi ve büyük gelgitler yaşaması kaçınılmazdır.[124] Bu yüzdendir ki Kur’ân, yetimlere bakmayı üstlenen kimselerin onlara sadece ekonomik açıdan destekte bulunmalarını yeterli görmeyerek kendilerine şefkat ve merhametle, sevgi ve muhabbetle muamele etmelerini emretmiştir.[125]

3.5. Yetimlerle Evlilik

Kur’ân’ın yetimlerin himayesiyle ilgili getirmiş olduğu düzenlemelerden bir diğeri de evlilik meselesidir. İlahî kelam, mağdur edilebilecek durumda bulunan güçsüzlerin haline ilişkin ayrıntılı düzenlemeler getirerek onların maruz kalacakları muhtemel problemleri giderici hükümler vaz’ etmiş ve Müslümanlara alternatif çözüm yolları sunmuştur.[126] Bu çerçevede Kur’ân, yetimlerin özellikle evlilik hususunda herhangi bir mağduriyet yaşamamaları için Müslümanlara şöyle bir hitapta bulunmuştur: “Himayeniz altındaki yetim kızlarla evlenince, haklarını gözetemeyeceğinizden, adaleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, onlarla değil, size helâl olup arzu ettiğiniz diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin.”[127]

Bu ilahî hitapta yetim kızlarla evlenmek isteyen velîlere adaletli davranma emredilmekte, eğer bunu yapmaktan endişe ederlerse o takdirde kendilerine başka kadınlarla evlenme teklif edilmektedir.[128] Bilindiği üzere cahiliye döneminde maldan istifade edebilmek için yetimle evlilik yapmak yaygın bir uygulamadır. Kur’ân bu âyetiyle yetimin aleyhine olabilecek bu evliliği onun lehine dönüştürmeyi hedeflemiştir.[129] Razî’ye göre bu ayet, himayesiz bir durumda bulunan yetim bir kızın evlilik hayatının daha da çileli bir hal almasını engellemektedir.[130] Yine bu ayet, güzelliği ve maddî imkânından dolayı yetim kızla evlenip sonrasında onun haklarını yerine getirmeyen kimseleri ikaz etmekte ve onlara başka kadınlarla evlenmeyi emretmektedir.[131]

Müfessirler yetimlere yönelik adaletsiz davranmanın farklı şekillerinden bahsetmişlerdir. Bu bağlamda adaletsiz davranmanın “yetim kızları mehirsiz nikahlama”, “mehrini düşük verme”, “malına göz dikme”, “ona karşı hüsn-ü muâşerette bulunmama” şeklinde kendisini göstereceği belirtilmiştir. İşte bütün bu adaletsiz ve yakışıksız uygulamalardan korkan bir kimsenin yetimle evliliği bırakıp daha başka kadınlarla evlenmesi gerekmektedir.[132]

Şu halde mallarına konmak için yetim kızlarla evlenmek yasaktır. Yine yetim kızlarla evlenince onların haklarına riâyet edilemeyeceği endişesi varsa onlarla evlenmek de caiz değildir. Fakat onların hakkını tam yerine getireceklerinden emin olan kimselerin, böyle kızlarla evlenmelerinde bir sakınca yoktur. Böylece yetim kızlara ailevî yaşamlarında haksızlık yapılması önlenmiş olacaktır.[133] Nitekim bir başka ayette aynı hususa işaret edilerek şöyle buyrulmuştur: “Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkındaki hükmü Allah size açıklıyor. Haklarını vermeyerek nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlarla küçük, zayıf yetim çocukların haklarına dair hükümler size bu kitapta okunup duruyor. Yetimlerin haklarını vermekte tam adaleti gözetin. Yaptığınız her iyiliği, Allah mutlaka bilir.”[134]

İslam tefsir tarihinde bu âyete getirilen yorumlar, Nisa 4/3. ayete ilişkin ortaya konan açıklamalarla paralellik arz etmektedir. Ancak burada yetimlerle alakalı hükümlerin kitapta yer aldığı kaydedilmektedir. Tefsir tarihinin iki önemli siması olan Zemahşerî ve Râzî’ye göre yetimlerle ilgili hükümlerin levh-i mahfuzda yazılı olduğunun beyan edilmesi, bu meselenin önemini ve büyüklüğünü göstermektedir.[135]

Sonuç olarak Kur’ân, vaz ettiği ilke ve prensiplerle yetimlerin sadece nefis ve mallarını değil ırz ve namuslarını, ailevî ve ictimaî hayatlarını da korumayı hedeflemiştir. Kur’ân, toplumun ve sosyal yapının en önemli temel taşını teşkil eden aile müessesesinin inşasında bilhassa yetimlerin haklarını savunarak onlara yönelik muhtemel su-i istimallerin önüne set çekmiştir.

Kur’ân perspektifinden hareketle yapılan bütün bu açıklamalardan sonra burada Kitab-ı Mukaddes’in yetime bakışına kısaca temas etmek hem mukayesede bulunmak hem de bütüncül bir bakış açısına sahip olmak için isabetli olacaktır.

Aynı kaynaktan beslenen semavi kitapların çıkış ve gönderiliş noktalarının bir olması, kimi zaman onların birbirini tasdik ve teyid eden ahlakî, itikadî ve amelî hükümler içermesine müncer olmuştur. Hem Kur’ân’da hem de tahrife maruz kalmasına rağmen Kitab-ı Mukaddes’te birbiriyle örtüşen ve aynı temayı ele alan hususlar arasında yetimlerin gözetilmesi ve haklarının korunması gelmektedir. Özellikle Eski Ahit’te yetime yardım edilmesi gerektiği pek çok defa, açık bir şekilde vurgulanmıştır. Bilhassa “Rab garipleri korur, yetime ve dul kadına yardım eder.”[136] şeklindeki ifadeler, İslam’ın ana kaynaklarında geçen ibarelerle paraleldir. Bunun yanısıra, Tanrı’ya karşı yapılan dualarda çaresizlerin O’na dayandığı, öksüzlere O’nun yardım ettiği, sıkıntı ve acı çekenleri O’nun görüp gözettiği belirtilmiştir.[137] Yine Eyüp Peygamber, kendisine ait güzel vasıflarını anlattığı bir yerde öksüzle ekmeğini paylaştığını ve ona el kaldırmadığını vurgulamış aksi durumda ise kolunun omzundan düşmesini ve kol kemiğinin ise kırılmasını isteyerek[138] öksüze sahip çıkmanın Peygamber ahlâkı olduğunu göstermiştir. Ayrıca “dul ve öksüz hakkı yemeyeceksiniz.”[139] ve “öksüzlerin toprağına el sürme.”[140] şeklindeki uyarılar da inananların sosyal sorumluluk bilinciyle hareket etmeleri, başkalarına özellikle de zayıf kimselere karşı asla haksızlık yapmamaları gerektiğini bildirmektedir. Bu bağlamda Mezmurlar’da geçen “zayıfın, öksüzün davasını savunun; mazlumun yoksulun hakkını arayın.” beyanları konumuz açısından son derece önemlidir.[141]

Yeni Ahit’te ise yetime sahip çıkma Eski Ahit’te olduğu kadar yoğun bir şekilde ele alınmamıştır. Görebildiğimiz kadarıyla yetime yönelik doğrudan referansta bulunmayı, sadece Havari Yakup yapmıştır. Ona göre bir kişinin Tanrı’nın gözünde değer ve itibar elde edebilmesi için bir takım vasıflara sahip olması gerekmektedir. Bu çerçevede öksüzlerin sıkıntılı durumlarında ziyaret edilmeleri, yerine getirilmesi zorunlu bir şart olarak özellikle zikredilmiştir.[142] Bunun dışında, Yeni Ahit’te yoksula yardım etmenin önemini ortaya koyan ifadeler de[143] yetimin gözetilmesini ve korunup kollanmasını dolaylı olarak salık vermektedir. Zira buralarda takyid edici ve kısıtlayıcı bir ifade kullanılmayarak yetimleri de kapsayacak şekilde yoksullar veya güçsüzler şeklinde genel ifadelere yer verilmiştir.

Yukarıda serdedilen bu genel değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere yetime sahip çıkma ve onların haklarını muhafaza etme Kitab-ı Mukaddes’te dinî bir sorumluluk olarak inananların omuzuna yüklenmiştir. Ancak vahiy zincirinin en parlak halkası ve semavî kitapların da en mütekâmili olması yönüyle Kur’ân, yetimlere ilişkin hususları çok daha sistemli ve kapsamlı bir şekilde ele almış ve müminlerin bu hususta insanî, vicdanî, dinî, ahlakî, hukukî, iktisadî ve ictimaî açıdan sorumluluk taşıdıklarını beyan ederek son noktayı koymuştur.

3.6. Kur’ân’da Yetimlerle İlgili Doğrudan Hz. Peygamber’e Yönelik Hitap

İlahî kelamdaki emir ve yasakları, öğüt ve tavsiyeleri, hayata en mükemmel şekilde yansıtan ve bu yüzden de yaşayan Kur’ân olarak nitelendirilmeyi tam manasıyla hak eden tek şahsiyet, hiç şüphesiz Hz. Peygamber’dir. O hayatın bütün alanlarında inananlar için rol model olma vasfına sahip en büyük rehberdir. Bu yüzdendir ki Müslümanlar, nebevî uygulamaları kendilerine modellemek zorundadırlar.

Bilindiği üzere Hz. Peygamber henüz doğmadan babasını, 6 yaşındayken annesini, 8 yaşındayken de dedesini kaybetmiştir. Üst üste en yakınlarını kaybetmek suretiyle derin bir sarsıntı yaşayan ve yetim kalan Hz. Peygamber’e, Allah’ın yardımıyla sahip çıkılmıştır. Nitekim bu husus Duha suresi 93/6. ayette şöyle bildirilmiştir: “O senin yetim olduğunu görüp de sana sahip çıkmadı mı?” Müfessirlerin de belirttiği üzere Hz. Peygamber’e Allah tarafından sahip çıkılmasının ve himaye edilmesinin sağlanması, ona yapılmış en büyük lütuflardan birisidir.[144] Bu lütuf sayesinde Hz. Peygamber, önce dedesinin sonra da amcasının yanında en güzel şekilde himaye edilmiştir.[145] İşte Hz. Peygamber’in yetim olduğu halde Allah tarafından himaye edilip korunması, O’nun omuzuna ümmetin yetimlerini himaye etme sorumluluğunu yüklemiştir.[146]

Ayrıca söz konusu ayette zikredilen “âvâ” fiili, Arap dilinde bir kimseye acıyarak kucak açma, şefkat göstererek bağrına basma, nazik ve kibar bir şekilde karşılama gibi anlamları içine almaktadır.[147] Öyle görünüyor ki yetimler sadece maddî açıdan yoksulluk çekmemekte şefkat, merhamet ve muhabbet yönünden açlık hissettikleri için manevî açıdan da yoksulluk çekmektedirler. Bu yüzden de yetimleri, sadece malla değil sevgi ve şefkatle doyurmak son derece önemlidir. İşte Allah’ın lütfu sayesindedir ki Hz. Peygamber, yetim olmasına rağmen kendisine çok iyi bakılmıştır. Bütün bunlara karşılık Yüce Allah da bir manada elçisinden şunları istemiştir: “Allah’a duyduğun minnettarlığın bir neticesi olarak sakın yetimlere karşı kötü davranma, hor bakma, onları aşağılama ve onların elindekileri sahiplenmeye kalkma, onlara karşı itici olma, haksızlıkta bulunma, onlara şefkat ve merhametle yaklaş.”[148] İşte bütün bu muhteva çok özlü bir şekilde şu ayetle ifade edilmiştir: “O halde sen de sakın yetimlere kötü davranma.”[149] Allah Teâlâ, yetim olarak büyüyen elçisine bu şekilde hitab ederek onu bu konuda özellikle uyarmıştır. Allah tarafından kendisine iletilen her türlü mesajı hakkıyla temsil ve tatbik eden Hz. Peygamber, bu hususta da ümmetine tam bir örneklik teşkil etmiştir. Nitekim O, bizzat kendisi gibi yetim kalan Hz. Enes’e sahip çıkmış ve on yıl süreyle onu himayesine almıştır.[150] Bu müddet zarfında kendisine karşı gösterilen nebevî muameleyi Hz. Enes şu veciz sözlerle özetlemiştir: “Ben hazarda ve seferde Resûlüllah’a hizmet ettim. Yaptığım bir şeyden ötürü bana asla “Niye bunu yaptın!” demediği gibi yapmadığım bir şeyden ötürü de “Niye bunu yapmadın!” demedi.”[151] Yine Allah Resûlü, Hz. Ümmü Seleme ile evlendiğinde bu hanım sahabînin beş tane yetimi vardı. Bu beş çocuğun babası ise bir savaşta şehit düşen meşhur sahabî, Ebu Seleme idi. Hz. Peygamber, bu beş çocuğa, öz babalarını aratmayacak bir özveri, şefkat, merhamet ve sevgiyle muamele etmiştir.[152] Aynı şekilde Allah Rasûlü, babası Uhud’da şehit düşmüş olan Beşîr b. Akrabe’yi ziyaret etmiş ve çocuğun ağladığını görünce, “Ağlama ey sevgili çocuk, ne diye ağlıyorsun? Ben baban, Ayşe de annen olsun, istemez misin?” diyerek onu teselli etmiştir. Beşîr de “Evet isterim.” cevabını verince Hz. Peygamber eliyle onun başını okşamıştır.[153]

Hz. Peygamber bu uygulamalarından başka bir çok sözlü beyanıyla ümmetini, yetimleri himaye etmeye, onlara sahip çıkmaya, koruyup kollamaya ve güzel muamelede bulunmaya teşvik ederek bunların Allah katında çok büyük bir değer ifade ettiğini göstermiştir. Bu noktada hadis külliyatı içerisindeki bazı nebevî beyanlara yer vermek, yetime verilen önemi zihinlerde daha da perçinleştirecektir. Allah Resûlü bir defasında “Her kim bir yetimin başını okşarsa elinin değdiği her kıl, kıyamet gününde onun içi bir nur olur.”[154] buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber, “Ben ve yetime bakan kimse cennette şöyleyiz.” Orta parmağı ile başparmağını yan yana getirip aralarını açıp kapayarak işaret etti.”[155]; “Müslümanlar içinde en hayırlı ev kendisine iyilik yapılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de kendisine kötülük yapılan bir yetimin bulunduğu evdir.”[156]; “Kim üç yetimi yetiştirir, nafakasını temin ederse, sanki ömrü boyu geceleri namaz kılmış, gündüzleri oruç tutmuş ve sabahtan akşama yalın kılıç Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap alır. Keza ben ve o, şu iki kardeş (parmak) gibi cennette kardeş oluruz.” buyurdu ve şehadet parmağı ile orta parmağını birbirine yapıştırdı.”[157] şeklindeki sarih beyanlarıyla yetime iyilikte bulunmanın ecir bakımından büyüklük, fazilet bakımında üstünlük, insanlık bakımından erdemlilik arz ettiğini ortaya koymaktadır.

Netice itibariyle Kur’ân’ın hükümlerini tam olarak pratize eden Hz. Peygamber, söz ve davranışlarıyla yetimlere nasıl bakılması gerektiği hususunda da ümmetine tam bir rehberlik yaparak örneklik oluşturmuştur.

Allah, yetim halde bulunan elçisini nasıl koruyup gözetmişse, yine Hz. Peygamber de, çevresindeki yetimlere en güzel şekilde el uzatıp sahip çıkmışsa, Müslümanların da ilahî ve nebevî ahlak gereğince yakın akraba ve çevrelerinde bulunan yetimlere kol kanat germeleri, şefkat ve merhametle muamele etmeleri, içtenlikle ve sevgiyle davranmaları gerekmektedir.

Sonuç

Kur’ân, diğer tüm insanlar gibi yetimlerin de insan onur ve haysiyetine yaraşır bir hayat sürmelerini öngörmüştür. Bu yönüyle Kur’ân, cahiliye döneminde hor ve hakir görülmüş yetimleri maddî ve manevî olarak güvence altına alarak onların insanca yaşamalarını ve su-i istimale maruz kalmamalarını istemiştir. Bu noktada yetimleri birer emanet kabul ederek onları kendi çocuklarımız gibi değerlendirip himayemize almamız ve onlara sahip çıkmamız gerekmektedir. Nitekim Kur’ân ayetleri, Hz. Peygamber’in sözlü beyanları ve fiilî uygulamaları bizlere yetimlerle ilgili pek çok sorumluluk ve yükümlülük tahmil etmektedir. Bu cümleden olarak yetimlere kol kanat germek; şefkat, merhamet ve muhabbetle muamele etmek, dert ve sıkıntılarıyla yakından ilgilenmek, din ve dünya işlerinde en güzel şekilde yol gösterici olmak ve rehberlik yapmak üzerimize düşen mükellefiyetlerdendir.

Küçük yaşta babasını yitirmek suretiyle hayat yolculuğunda çok önemli bir desteğini kaybeden bir çocuğun maddî ve manevî açıdan nasıl bir boşluk içerisine düşeceği izahtan varestedir. İşte bu derin boşluğun doldurulmasına yönelik büyük ve önemli bir görev, insanî ve İslamî bir vazife olarak önce yetim yakınlarının, sonra Müslüman bireylerin ve toplumun, nihaî olarak da devletin omuzunda bulunmaktadır. Bu çerçevede üzerinde sorumluluk bulunan kişi ve kurumlar yetim kalan çocuğu geleceğe hazırlayarak onların kendilerine ve içinde yaşadıkları topluma faydalı birer fert olmaları için ellerinden geleni yapmak zorundadırlar. Kimsesiz kalan çocuklara sahip çıkılması konusunda, göz ardı edilemeyecek bir husus, onların sıcak bir aile ortamında yetiştirilmeleridir. Zira Kur’ân, yetimlerle bir arada yaşamaya onlarla hayatı paylaşmaya ve kardeşlik bağı tesis etmeye teşvik etmiştir. Çünkü bu durum, onların hem ruhsal ve psiko-sosyal gelişimleri hem de dışlanmışlık psikolojisinden kurtulmaları adına son derece önemlidir.

Herkesin bir gün kendi çocuk veya torunlarının da yetim kalabileceği ihtimalini düşünerek ayet ve hadislerdeki emir, tavsiye ve öğütler çerçevesinde yakınında ve çevresinde bulunan yetimlere sahip çıkması, onları her yönden koruyup kollaması, onların talim ve terbiyesi adına her türlü gayreti göstermesi gerekir. Eğer kişi, bunları yapmaya muktedir değilse hiç olmazsa yetimlerin başına okşayarak onlara güzel söz, güler yüz ve tatlı dille mukabele etmek ve böylece onları hoşnut etmek durumundadır.

Kur’ân, konuyla ilgili âyetlerde Müslüman bireyleri ve toplumu bilinçlendiren bazı önemli hususlara işaret etmiştir. Bu bağlamda yetimlere karşı yapılan her türlü haksızlığı Allah’ın bildiği haber verilerek toplumun en zayıf halkasını oluşturan yetimlerin su-i istimal edilmelerine karşılık uhrevî motivasyon temin edilmiştir. Bu sayede kişi veya kişilere, vazgeçilmez bir inanç manzumesi olan ahiret inancı oldukça net bir biçimde hatırlatılmış, yetimlere yönelik olumlu-olumsuz her türlü fiilin muhakkak surette bir karşılığı olacağı açık bir biçimde vurgulanmıştır.

Ayrıca bir taraftan ahiret inancını yalanlayan inkarcı zihniyetin en belirgin hususiyetlerinden birisi olarak onların yetimi itip kakmaları, azarlama ve hor görmeleri zikredilmiş, diğer taraftan da nankörcü insan tipolojisinin en bariz sıfatı olarak yetim ve yoksula ikramda bulunmamaları anlatılmıştır. Dolayısıyla da bütün bunların bir manada Yüce Yaratıcıyı inkar eden ve ona nankörlükte bulunan kâfir ve nankör insanların sıfatları olduğu belirtilmiştir.

Duha suresi 93/6. ayette de sarih bir biçimde vurgulandığı üzere Hz. Peygamber’in yetim olduğu halde, Cenab-ı Allah tarafından himaye edilmesi, Müslüman topluma adeta bir model oluşturmaktadır. Müfessirlerin pek çoğu tarafından benimsenen yaklaşıma göre Allah’ın elçisini koruyup kollaması, başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün ümmete yönelik bir mesaj anlamına gelmektedir. Buna göre Müslümanların ilahî ahlâkla ahlâklanarak ümmetin yetimlerine kol kanat germeleri, onların bireysel, sosyal ve ekonomik haklarını güvence altına almaları gerekmektedir. Yine yetimlere iyilik ve ihsanda bulunan erdemli ve hayırlı kulların takınmaları gereken tavırlardan birisi de, onların iyilik ve hayır adına ortaya konan her işi, hiçbir beklenti içerisine girmeksizin sadece Allah rızası adına yapmalarıdır.

İSLAMDA YETİM
Cahiliye döneminde hor ve hakir görülerek aşağılanan ve toplumsal hayattan dışlanan yetimlerin İslam’ın getirmiş olduğu bir takım düzenleme ve uygulamalarla bir taraftan sağlam ve sağlıklı kişiliğe sahip olmaları; akıl, beden ve ruh sağlığı açısından gelişimlerini tamamlamaları diğer taraftan da içinde yaşadıkları çevre ve topluma entegre olarak sosyal hayatta aktif rol almaları amaçlanmıştır. Bu çerçevede Kur’ân’ın, yetimlerin insan onur ve haysiyetine yaraşır bir hayat sürmelerini öngördüğünü, dolayısıyla da Müslümanları, yakınlarında ve çevrelerinde bulunan yetimlere sahip çıkarak koruyup kollamaya, onların malî işlerini deruhte etmeye, eğitim ve öğretimleriyle ilgilenmeye kısaca bireysel, fiziksel, zihinsel ve psiko-sosyal gelişimlerini yakından izlemeye teşvik ettiğini söylemek mümkündür. İşte bu çalışmada konuyla ilgili fıkhî tartışmalardan daha ziyade İslam’ın yetime verdiği değeri açıkça ortaya koyan Kur’an ayetlerinden hareketle yetime ve onun himaye edilmesine ilişkin temel öğretiler ve prensipler belirlenmeye gayret gösterilmiştir.(Diyanet Dergi)

Yetimlere nasıl davranacağınız hakkında sana sorarlar. De ki: “Onların durumlarını düzeltmek onları iyi yetiştirmek en hayırlı olandır.” Ve onların hayatlarını paylaşırsanız unutmayın ki, onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgunculuk yapanları da düzeltmeye çalışanları da en iyi bilir.” (Bakara 220)

Yetimler Hakkında Peygamber Efendimizin yaklaşımı ve Hadisleri:

Hz. Ebu Hüreyre (R.A)’dan bildirildiğine göre Rasulullah (S.A.V) şöyle buyurmuşlardır: “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi gözetip kollayan kimseyle ben cennette şöyle yanyana bulunacağız.” Hadisi bize aktaran Malik bin Enes peygamber (S.A.V)’in yaptığı gibi işaret parmağıyle orta parmağını gösterdi. (Müslim, Zühd 42)

“Bir kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teala onu mutlaka cennete koyar”. (Tirmizî, Birr 14.)

KUR’ÂNÂ GÖRE YETİMLERİN HİMAYESİ
(Bu makale Diyanet Dergiden alınmıştır.)
Bu makale yetimlerin himaye edilmesi konusunu Kur’ân âyetleri ışığında tahlil etmeyi hedeflemektedir. Öncelikle bir beşerî realite olarak toplumsal yapının vazgeçilmez bir parçasını oluşturan yetimlere yönelik birtakım düzenleme ve müeyyideler tesbit edilmiş, buna bağlı olarak da birey ve toplum ölçeğinde yetimlere karşı yapılması gereken dinî, ahlakî ve sosyal sorumluluklar, âyetlerin çizdiği çerçevede belirlenmeye çalışılmıştır. Cahiliye döneminde hor ve hakir görülerek aşağılanan ve toplumsal hayattan dışlanan yetimlerin İslam’ın getirmiş olduğu bir takım düzenleme ve uygulamalarla bir taraftan sağlam ve sağlıklı kişiliğe sahip olmaları; akıl, beden ve ruh sağlığı açısından gelişimlerini tamamlamaları diğer taraftan da içinde yaşadıkları çevre ve topluma entegre olarak sosyal hayatta aktif rol almaları amaçlanmıştır. Bu çerçevede Kur’ân’ın, yetimlerin insan onur ve haysiyetine yaraşır bir hayat sürmelerini öngördüğünü, dolayısıyla da Müslümanları, yakınlarında ve çevrelerinde bulunan yetimlere sahip çıkarak koruyup kollamaya, onların malî işlerini deruhte etmeye, eğitim ve öğretimleriyle ilgilenmeye kısaca bireysel, fiziksel, zihinsel ve psiko-sosyal gelişimlerini yakından izlemeye teşvik ettiğini söylemek mümkündür. İşte bu çalışmada konuyla ilgili fıkhî tartışmalardan daha ziyade İslam’ın yetime verdiği değeri açıkça ortaya koyan Kur’ân âyetlerinden hareketle yetime ve onun himaye edilmesine ilişkin temel öğretiler ve prensipler belirlenmeye gayret gösterilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Kur’ân, Yetim, Himaye, Merhamet, Çocuk
THE PROTECTION OF ORPHANS ACCORDING TO THE QUR’AN
This paper aims to explore the protection of orphans in the light of Qur’anic verses. After a discussion on certain regulations and responsibilities that establish orphans as natural members of our society, the paper highlights within the framework of Qur’anic verses some of the religious, moral, and social duties both individuals and the larger community have to fulfill. Before the advent of Islam, orphans had to endure humiliation, oppression, and alienation. The regulations and principles that were introduced with Islam were designed to help orphans to identify themselves with a well-grounded character, develop as a healthy person in mind, body, and spirit, and to be integrated into the society with active participation. The Qur’an stipulates for orphans a life with honor and dignity, thus encourages Muslims to provide protection over orphans, to afford their financial, educational and other needs, and to follow closely their their personal, physical, spiritual, and social developments. In this paper, the emphasis has been laid more on the Qur’anic verses which clearly reveals the value Islam reserves for orphans, rather than the jurisprudential arguments, in order to specify basic teaching and principles on the topic.

Key Words: The Qur’an, Orphan, Protection, Mercy, Children
1. Giriş
Kur’ân-ı Kerîm, insanlar tarafından su-i istimale açık alanlarda kesin hükümler vaz’ etmiş ve bu konularla ilgili dikkat edilmesi gereken bir takım sınırlamalar ortaya koymuştur. Böylece meydana gelebilecek bazı haksızlık ve zulümlerin daha baştan önüne geçilmek istenmiştir.

Kur’ân’ın muâmelat alanıyla ilgili getirmiş olduğu hükümlere bütüncül olarak bakıldığında bunların, zayıf ve güçsüzleri koruma, zulüm ve haksızlıklara son verme, menfaat çatışmalarının önüne geçme, fitne ve ihtilafları ortadan kaldırarak birey, aile ve toplumda huzuru hâkim kılma, kısaca hayatın bütün alanlarında hak ve adaleti, huzur ve sükûneti tesis etme gibi hedeflere yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle bu hedefler yetimlerin himaye edilmesine ilişkin ayetlerde çok daha belirgin bir şekilde görülmektedir.

Babasının vefatıyla birlikte korumasız kalan bir çocuğun pek çok açıdan haksızlık ve mağduriyetlere maruz kalabileceği kuvvetle muhtemeldir. Yetim kalmış bir çocuk eğer sıcak bir yuva içinde himaye edilmez, ona merhamet ve muhabbetle kucak açılmaz, gerekli talim ve terbiye verilmez, babasızlığın yol açtığı derin boşluk doldurulmaz ve en kötüsü de yapayalnız sokağa terkedilirse o, yarın toplumsal huzuru ve sosyal barışı tehdit eden bir unsur haline gelecektir. Günümüzde “korunmaya muhtaç çocuklar”, “kimsesiz çocuklar” veya “öksüz çocuklar” gibi isimler altında üzerinde önemle durulan ve ciddi bir problem olarak görülen yetimler ve onların haklarıyla ilgili Kur’ân-ı Kerîm, ayrıntılı düzenlemeler getirmiş ve başta yetimlerin akrabaları olmak üzere bütün topluma değişik yükümlülükler tahmil etmiştir. Ancak hemen belirtelim ki yetimleri himaye sürecinde, Müslümanların bu çocuklara karşı son derece hassas, dengeli, şefkatli, âdil, hakperest, iyilikperver ve özverili olmaları istenmiştir.

İşte bu araştırmada yetimleri konu alan ayetler, belli bir sistematik içinde tahlil edilerek İslâm’ın bu önemli hususa ilişkin ne tür teşvik, tavsiye ve talimatlarda bulunduğu ele alınmıştır. Bu çerçevede, yetimlerin özellikle malî haklarını muhafaza etmeye yönelik tedbirlerle onların korunması ve yetiştirilmesine ilişkin düzenlemelere yer verilmiştir. Böylece cahiliye döneminde ihmale uğrayarak ezilen, malları ellerinden alınan, rızaları alınmaksızın kendileriyle evlenilen ve değişik sıkıntılara maruz bırakılan yetimlerin hangi şekillerde koruma altına alındığı ve buna bağlı olarak da infak ve himayeye nasıl hak kazandıkları tespit edilmeye çalışılmıştır.

Bu çalışma mümkün olduğu kadar âyetlerle sınırlı tutulmuştur. Bununla birlikte Kur’ân ayetlerini destekler mahiyette nebevî beyanlara da sık sık başvurulmuştur. Ancak sadece yetimlerle ilgili ayetler bile iyi tahlil edilip doğru anlaşıldığında, İslâm’ın insan şahsiyet ve onuruna değer vermede; insanlar arasındaki adaleti tesis etmede; mazlum, mağdur ve kimsesize el uzatmada; sosyal problemleri çözmede ve genel olarak bütün zaman ve mekânları içine alacak tarih üstü mesajlar sunmada, evrensel değer ve hukuk normları vaz’ etmede ne kadar başarılı olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.

Bu genel girişten sonra şimdi de yetim kelimesinin sözlük ve terim anlamı üzerinde durmak yerinde olacaktır.

1. Kavramsal Çerçeve
Yetim kelimesi, Arap dilinde “yalnız kalmak, babasız olmak; gaflette bulunmak, geri kalmak” manalarına gelen “yeteme” kökünden türemiş bir sıfat olup[1] sözlükte yalnız olan veyahut tek başına kalan kişi demektir.[2] Yetim kelimesinin çoğulu sözlükte “eytâm” , “yetâmâ” ve “yetemeh” şeklinde gelmektedir.[3]

Terim anlamı itibariyle yetim, henüz buluğ çağına ulaşmadan önce babasını kaybeden çocuğa denmektedir. Buna göre annesi vefat eden çocuğa yetim denilmediği gibi, babasını kaybeden bir çocuğun da büluğdan sonra yetimliği sona ermektedir.[4] Zira Hz. Peygamber,“Büluğdan sonra yetimlik yoktur.”[5] ifadeleriyle yetimliğin, ergenlik çağına kadar devam ettiğini beyan etmiştir. Aynı şekilde Hz. Ali de ihtilamdan sonra yetimliğin kalmayacağını bizatihi Hz. Peygamber’den öğrendiğini söylemiştir.[6]

Her ne kadar yetim kelimesi hakikî manasıyla ergenlik çağına ulaşmadan önce babasını kaybeden çocuk hakkında kullanılsa da mecazî/hükmî manada kelimenin daha geniş bir anlama sahip olduğu söylenebilir. Daha doğrusu babası sağ olsa bile, farklı sebeplerden dolayı babanın bakım ve himayesinden mahrum olan çocuklar da bir yönüyle yetimlik yaşarlar. Yani babanın çocuğun nesebini inkâr etmesi, kayıp olması, evi terketmesi veyahut çocuğun veled-i zina olması, küçük yaşta sokağa bırakılması gibi sebeplerden dolayı babanın himaye, koruma ve velayetine muhtaç durumda bulunan çocuklar da bir manada yetimdir. Şu halde hakikî bir yetim hakkında geçerli olan yalnızlık, sahipsizlik, zayıflık, acizlik ve bakıma muhtaç olmak gibi sebepler hükmî yetimler hakkında da geçerli olduğundan, onların da bir yönüyle hakikî yetimlerin sahip olduğu haklara sahip olacakları söylenebilir.

Diğer yandan klasik literatürde yetimliğin baba eksenli yorumlanmasının temel sebebi ise daha önceki zamanlarda ailenin geçim ve nafaka sorumluluğuyla birlikte çocuğun talim ve terbiye yükümlülüğünün genelde erkeğin omuzlarında olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak geldiğimiz nokta itibariyle annenin de iş hayatına atılmak suretiyle bir takım malî yükümlülükler altına girmesi, nafaka sorumluluğunun paylaşılmasıyla sonuçlanmıştır. Şu halde bu kavram esas itibariyle babasını kaybeden çocuk hakkında kullanıldığı gibi annesini de kaybetmiş çocuğu da içine alır. Daha geniş bir perspektiften bakıldığında yetim kavramının her ne kadar yaygın kullanım itibariyle ergen olmadan önce babasını kaybeden çocuk manasına geldiği müsellem olsa da değişik nedenlerle anne-babasını yitiren ve yalnızlığa maruz kalan korunmaya muhtaç durumdaki çocukları da kapsadığı özellikle vurgulanmalıdır. Burada bir başka önemli hususa daha değinmek gerekir ki babasını kaybeden çocuk genellikle koruma ve yardımdan, annesini yitiren bir yetim ise şefkat ve sevgiden yoksun kalmış sayılır. Anne baba arasında her ne kadar böyle görev ayırımı olmasa bile anne sevgi ve şefkat bakımından babadan, baba da koruma ve cesaret yönüyle anneden genellikle daha ağır basar.[7]

Yetim kavramına bu şekilde temas ettikten sonra burada cahiliye döneminde yetimin nasıl konumlandırıldığına ve ona karşı gösterilen muameleye değinmek yerinde olacaktır. Zira İslam öncesi dönemde Arapların yetimlere karşı tutum ve yaklaşımlarını ortaya koymak suretiyle Kur’ân-ı Kerîm’in yetimlere tanımış olduğu hak ve salahiyetler daha iyi anlaşılacaktır. Yine bu sayede ilahî kelamın onların konumlarını iyileştirmeye yönelik vaz’ ettiği prensiplerin büyüklüğü de tam olarak tebarüz edecektir.

2. Cahiliye Toplumunun Yetime Bakışı
Cahiliye toplumuna bakıldığında genellikle zengin, soylu ve güçlü insanların toplumun üst tabakasını ve elitlerini oluşturduğu; köle, fakir, zayıf ve güçsüzlerin ise hep mağdur edilerek ezildiği ve horlandığı görülecektir. İslam’dan önce pek çok yetim de bu cahiliye adetinin kurbanı olmuştur. Bu yüzden olsa gerektir ki yetimler değil şefkat ve merhametle muamele görmek en temel haklardan bile mahrum bırakılmışlardır.[8] Hatta kimsesiz ve himayesiz halde bulunan yetim çocukların o dönemde en çok mağduriyet yaşayan sosyal sınıfı oluşturdukları söylenebilir.[9]

Kaba kuvvet ve gücün hâkim olduğu bir toplumda zayıflara hayat hakkı tanınmadığı için, yetimlerin belli başlı haklara sahip olabilecekleri bile kabul edilmemiş ve bu yüzden de malları ellerinden alınmış, yetim kalan çocuk eğer kız ise rızalarına bakılmaksızın ve bir mehir takdir edilmeksizin kendileriyle zorla evlenilmiştir.[10] Yine miras paylaşımı da kaba kuvvetin emrine girmiş olduğundan toplumun en zayıf halkasını oluşturan kadın ve yetimlerin mirastan pay almaları da engellenmiştir.[11] Burada yetimlerin babalarından intikal eden mirasları, velî ve vasîleri yüzünden kaybettiklerini özellikle vurgulamak gerekir. Ne yazık ki o dönemde baba hayatta iken çocuğa yapılan muamele başkadır. Çocuk babasını yitirip yetim kaldıktan sonra ise ona gösterilen muamele tamamen değişmekte, komşular ve uzak akrabalar bir yana, kendi amca, dayı ve ağabeyi bile ondan yüz çevirmektedir.[12]

Ayrıca güzel olmayan yetim kızlar, nikâh altına alınmadığı gibi onlara ait malları kaptırmamak için ölünceye kadar onların başkalarıyla evlenmelerine de müsaade edilmemektedir. Bu itibarladır ki, savaşların çokluğundan dolayı sayıları da bir hayli fazla olan yetimler o dönemde bir hizmetçi ve köle muamelesi görmekten kurtulamamışlardır.[13]

İlahî kelamda yetimlerle ilgili pek çok hususa işaret edilmesi, esasen onların cahiliye döneminde nasıl bir tablo ile karşı karşıya kaldıklarını daha net ortaya koymaktadır.[14] Buna göre Kur’ân’da yetimle ilgili ayetlerin çokça yer almasının bir nedeni de, İslam öncesi dönemde kimsesiz çocukların ezilmeye, yerilmeye, ihmale, mahrumiyete, zulme ve hatta işkenceye maruz kalmalarıdır. İşte Kur’ân’ın bu hususa ilişkin çağrıları, yönlendirmeleri ve teşvikleri esasında yetime yönelik süregelen zulmü ortadan kaldırma amacı taşımaktadır.[15] Ancak İslam diniyle birlikte yetimlere sosyal bir statü tanınmış, bir çok ayette onlarla ilişkilerde hassasiyet gösterilmesi istenmiş ve pek çok defa da Müslümanlardan, kimsesizleri korumaları ve onların yardımına koşmaları talep edilmiştir. Tahir b. Aşur, yetimin cahiliye döneminde horlanmışlığın ve zilletin bir ismi olduğuna dikkat çekmiş dolayısıyla da o dönemin sosyal yapısı içerisinde yetimin kendisine bir kazanç kapısı bulmasının imkânsız olduğunu vurgulamıştır.[16]

Özetle cahiliyede yetimler ferdî, ailevî, malî ve ictimaî açıdan bir çok haksız uygulamalara maruz kalmışlardır. Bu yönüyle cahiliye dönemi yetimlerin ciddi manada horlandıkları, hakir görüldükleri ve sosyal hayattan dışlandıkları bir dönem olmuştur. Cahiliyede hâkim olan kaba kuvvet olgusu, sosyal yapının en zayıf halkasını teşkil eden yetimleri de etkilemiştir. Kur’ân ise getirdiği ilke ve prensiplerle yetimlerin özlük ve sosyal haklarını teminat altına almıştır.[17] Ayrıca cahiliye döneminde yetime karşı gösterilen hoyratça uygulamalar bilindiği takdirde İslam’ın yetime verdiği kıymet ve değer daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.[18] İşte tam bu noktada Kur’ân’ın yetimlerle ilgili düzenlemelerine geçmek yerinde olacaktır.

3. Kur’ân’ın Yetimlerle İlgili Düzenlemeleri
Yüce Allah, ilahî kelamda yetimlere ihtimam gösterilmesi ve onların haklarına riayet edilmesi gerektiğini sık sık Müslümanların dikkatine sunmaktadır. Nitekim Kur’ân’ın yirmiüç farklı âyetinde türevleriyle birlikte yetim kelimesi geçmekte ve bu ayetlerde yetimlerle ilgili birçok düzenleme vaz’ edilmektedir. Bu ayetler, genel olarak yetimlerin himaye edilmesini, infakta öncelenmesini, miras, fey ve ganimet gelirlerinden belli miktarda onlara tahsisat yapılmasını ve hiçbir çıkar gözetmeksizin ekonomik açıdan desteklenmesini, özellikle de yetimlere yönelik şefkat, merhamet, iyilik ve ihsanla mukabele edilmesini salık vermektedir.

Burada şunu hemen belirtelim ki mekkî ve medenî ayetlerin temel karakteristiği yetimler hakkında nazil olan ayetler için de geçerlidir. Bir başka deyişle mekkî âyetler, temel ahlakî öğretiler çerçevesinde Müslümanların yetimlere karşı iyi davranmalarını ve kötü muamelede bulunmamalarını istemektedir. Medenî ayetlerde ise yetimlerin himaye edilmesine yönelik ayrıntılı hükümler, ekonomik açıdan bir haksızlığa maruz kalmamalarına ilişkin kesin yasaklar, kısaca kimsesiz çocuklara karşı hassasiyet göstermeye davet eden talimatlar konulmuştur.[19] Nihaî tahlilde Kur’ân, yetimler hakkındaki bütün ayetleriyle baştan sona onların lehine olacak şekilde bir takım düzenlemeler getirmekte, korumasız ve zayıf halde bulunan yetimlerin sömürü vasıtası yapılmasını engellemek istemektedir. Böylece bir kısım azgın ve taşkın nefislerin bu yetim çocukların haklarını çiğnemeye teşebbüs etme ihtimallerinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Şurası bir gerçek ki yetimlik, hiçbir şekilde bir eksiklik ve kusur olarak değerlendirilemez. Zira Allah Rasûlü daha doğmadan yetim kalmış ve küçük yaşta da annesini kaybetmiştir. Eğer yetim kalmak bir eksiklik olsaydı, Yüce Allah, en değerli elçisini yetim bırakmazdı. Ne var ki, bu hakikatin farkında olmayan ve yetimin zayıflık ve güçsüzlüğünden istifade etmeye çalışan bir kısım kötü niyetli insanların bulunması muhtemeldir. Bu itibarladır ki, Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan yetimin itilip kakılmasını, hor ve hakir görülmesini ve mallarına el uzatılmasını yasaklarken, diğer taraftan da ona karşı ihsan ve infakla muamele edilmesini emretmektedir.

Yetimlerle ilgili düzenlemeleri muhtevî bulunan âyetlerin tahliline geçmeden önce burada şunu vurgulamak gerekir ki Kur’ân’da insanın kıymet ve değerini anlatan[20], ahsen-i takvîm üzere yaratıldığını[21], yeryüzünün halifesi kılındığını,[22] meleklerin bile kendisine tazim ve hürmette bulunduğunu[23] ve Cenâb-ı Hakk’ın ona ruhundan üflediğini[24], Yaratıcı’nın kendisine sayılamayacak kadar çok nimetler bahşettiğini beyan eden ayetler[25] de doğrudan olmasa bile dolaylı olarak yetimlere karşı bakış ve muamelenin keyfiyetini belirlemeye yardımcı olmaktadır. Bu hususiyetlere sahip olan insanın Allah nezdinde diğer varlıklara nisbetle çok daha değerli olduğu ve bir çok sorumluluklar üstlendiği açıktır.[26] Sadece akıl nimetine sahip olmak suretiyle insanın vahye muhatap olması bile tek başına çok büyük bir lütuf ve ihsandır. Şu halde bir Müslümanın yaratılış ve dinde kardeşlik vasfına sahip diğer insanlara karşı saygısızca davranması, insanların haklarını çiğnemesi, aciz, himayesiz ve kimsesiz bir halde bulunan kişileri kendi haline terketmesi tasavvur edilemez.[27]

Bunların yanısıra ilahî kelama göre bir insanı Allah katında şerefli ve değerli kılan husus soy ve sop, statü ve makam, zenginlik ve kudret gibi dünyevî üstünlükler değildir. Çünkü Allah katında üstünlük kriteri olarak takva gösterilmiştir.[28] Bu durumda insanın konum ve durumu, kıymet ve değeri, Allah’a olan yakınlığına göre değişmektedir. Bir başka deyişle kişiyi Allah katında değerli kılan, onun sahib olduğu makam ve dünyevî imkanlarının üst seviyede olması değildir. Dolayısıyla bunların bir üstünlük kriteri olarak değerlendirilemeyeceğini özellikle vurgulamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında yetim olmayanın yetime karşı hiçbir üstünlüğünün bulunmadığını ifade etmemiz mümkündür.[29]

İslam’ın temel kaynaklarından tümevarım yoluyla çıkartılan ve makâsidu’ş-şeria olarak bilinen din, akıl, nefis, mal ve ırzın korunması[30] da yetimlerin her türlü haklarının korunup kollanmasını zorunluk kılmaktadır. Çünkü bütün bu hususlarda hâmisiz bir halde bulunan yetimleri koruma altına almak evleviyetle gereklidir. Bu genel açıklamalardan sonra şimdi de Kur’ân-ı Kerîm’in, yetimlerle ve onların himayesiyle ilgili öngördüğü düzenlemelere dikkat çekilecektir.

3.1.Yetimlerin Islahı
Babasının vefatıyla birlikte korumasız ve güçsüz bir durumda kalan bir çocuk için ilk yapılması gereken, onun bir aile ortamında himaye altına alınarak ıslah edilmesidir.

İslam’ın sahipsiz ve kimsesiz çocukların himaye edilmesine yönelik emir ve tavsiyeleri, son derece insancıl, kuşatıcı ve problem çözücü gözükmektedir. Zira İslâm, yetim kalan çocukların sıcak bir aile ortamında, şefkat ve merhametle yetiştirilmelerini ve hayata hazırlanmalarını öngörmektedir. Böyle bir vazifenin yerine getirilmesinde sorumluluk öncelikle yetim kalan çocuğun akrabalarına aittir. Eğer onlar bu sorumluluğu yerine getirmezlerse bu durumda vazife, Müslüman topluma kalmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim bu hususu, şu âyetiyle müminlerin dikkatine sunmaktadır:

“Sana yetimler hakkında da soru sorarlar. De ki: Onların gerek kendilerini, gerek mallarını iyileştirip geliştirmek, elbette hayırlı bir iştir. Eğer onlara sahip çıkmak için kendileriyle beraber oturmak isterseniz bu da mümkündür; Zira onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah kimin iyileştirme gayesi güttüğünü, kimin de işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir. Şayet Allah dileseydi sizi zora koşardı. Muhakkak ki Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[31]

Bu ayet, yetimlerin ıslah edilmesiyle alakalı en kapsamlı ilahî beyanlardan birisidir. Kur’ân yetimlerin koruyup kollanması ve ekonomik açıdan iyileştirilmesini özellikle ıslah kelimesiyle anlatmaktadır. Islah kelimesi sulh kökünden gelmekte olup Arap dilinde bozgunluğun zıddını ifade etmektedir. Buna göre ıslah kavramı, insanlar arasındaki nefret ve düşmanlık tohumlarını gidermeyi ve bunun yerine sevgi ve dostluk bağlarını ortaya çıkarmayı ifade etmek için kullanılmaktadır.[32] Bu durumda âyette ifade edilen ıslah, yetimler hakkındaki her türlü yapıcı, müsbet ve olumlu etkinliği içine almaktadır.[33]

Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayet-i kerimenin tefsirinde, öncelikle yetimlerin ıslah edilmesinin onların ihmal edilip bırakılmasından çok daha hayırlı olduğunu ifade etmiştir. Yine Elmalılı, bu ayet bağlamında, yetimlerin hallerini ıslah etmenin, onların menfaat ve geleceklerini düşünerek işlerini görüp gözetmenin, talim ve terbiyesiyle ilgilenmenin ve yine mallarını işleterek artırmanın onlardan el etek çekip uzak durmaktan daha hayırlı olduğunu belirtmiştir. Bunların yanısıra yetimlerle bir arada yaşama, onlarla ortak işler yapma veya akrabalık kurma gibi yollarla birlikteliğin sağlanması durumunda ise onların dinde kardeşlerimiz olduğu ve din kardeşliğinin ise nesep kardeşliğinden daha kuvvetli ve önemli kabul edildiği hatırlatılmıştır. Buna bağlı olarak da Müslüman bir kişinin yetim halde bulunan din kardeşiyle arasındaki bağı koparamayacağı ve onunla kendisi arasında oluşan kardeşlik hukukuna riayet etmesi gerektiği vurgulanmıştır.[34]

Bu ayet çerçevesinde dikkatlere sunulan yetimlerin ıslahı meselesi, onların bilhassa edeb ve ilim açısından yetiştirilmelerini ve geliştirilmelerini de içine almaktadır.[35] Çağdaş müfessir Kasımî’nin kaydettiği üzere yetimlerin gerekli ortamlar hazırlanarak manevî ve ahlakî açılardan eğitilip yetiştirilmeleri, onların malî kazanımlarını korumaya ve ticarî hayatlarını ıslah edip geliştirmeye oranla çok daha faydalıdır.[36] Mustafa Merağî de söz konusu âyetteki ıslahı, “Yetimlerin nefislerini terbiye edin, mallarını da nemalandırın.” şeklinde tefsir ederek, yetimin hem maddî yönden hem de manevî açıdan himaye edilmesi gerektiğini belirtmiştir.[37] Son dönemin en meşhur müfessirlerinden Tahir b. Aşûr ise yetimlerin ıslah edilmesine yönelik kayda değer görüşlerini özetle şöyle açıklamaktadır: Bu ayette yetimlerin sadece belirli açılardan değil her yönden ıslah edilmesi öngörülmektedir. Ancak öncelikle onların sahih İslamî öğretilerle mücehhez kılınarak ahlakî ve itikadî açıdan ıslah edilmeleri bir vecibedir. Bunun yanısıra yetimlerin mizaç ve huylarını da her türlü kötü alışkanlıklardan korumak ve onları zararlı hastalıklara karşı uyarmak da ıslah kapsamına girmektedir. Yine yetimlerin yiyecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları emsallerinin standartları çerçevesinde israfa kaçmadan ve çok kısmadan giderilmelidir.[38]

O halde Kur’ân-ı Kerîm’in yetimler hakkında hayırlı olduğunu ifade ettiği ıslahı, çok geniş bir çerçevede düşünmek gerekmektedir. Dolayısıyla âyetteki ıslah, yetimlerin sadece mallarını artırmayı değil onlara çok yönlü sahip çıkmayı kapsamaktadır. Bu çerçevede ıslahın, yetimlerin korunup kollanmalarından, inanç, amel ve ahlak yönünden donanımlı kılınmalarına; yine sosyal hayata kolaylıkla entegre olmalarını sağlayacak temel eğitimlerinin verilmesinden, hayatın zor şartlarına alıştırılmalarına ve mallarının en meşru ve kazançlı şekilde işletilmelerine kadar pek çok alanda birçok farklı vazifenin yerine getirilmesini içine aldığını söylemek mümkündür.

Öte yandan ıslahı emreden âyetin devamında yetimlerle kardeşlik bağlarının kurulması ve onlarla birlikte hayat sürdürülmesi önerilmiştir. Böylece Kur’ân, yetimin muhtaçlığını, yoksulluğunu ve sahipsizliğini ortadan kaldırmaya yönelik hükümleri de vaz’ etmiş olmaktadır. Zira âyetin devamında yer alan “Eğer onlara sahip çıkmak için kendileriyle beraber oturmak isterseniz bu da mümkündür; Zira onlar sizin kardeşlerinizdir.”[39] ifadesiyle Kur’ân, kardeşlik bağlarına vurguda bulunarak yetimlerin toplum tarafından dışlanmasına ve hor görülmesine engel olmak istemiştir. İslam’ın öngördüğü bu kardeşlik müessesesi, yetimlerin yanlarında her zaman birilerinin bulunacağı ve onların toplumun değerli birer üyesi kabul edilecekleri duygu ve düşüncesine sahip olmalarını sağlamaktadır.[40] Haddi zatında “Onlar sizin kardeşlerinizdir.”[41] âyeti mucibince yetimlerin din kardeşimiz olduğu gerçeği göz önünde bulundurulacak olursa onlara yediğimizden yedirme, giydiğimizden giydirme, yetişmeleri için her türlü ortamı hazırlama ve onlarla bir arada yaşamanın teşvik edildiği kendiliğinden anlaşılacaktır.

Burada ifade etmemiz gereken bir husus da şudur: Kur’ân yetimlere ait hükümleri bildirdiği bazı ayetlerin son kısımlarında Allah’ın herşeye muttali olduğuna dikkat çekerek, bu meselenin uhrevî bir yanının olduğunu nazara vermektedir. Nitekim yetimlerin ıslahına ilişkin ayette de “Allah kimin iyileştirme gayesi güttüğünü kimin da işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir.”[42] beyanı bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Yüce Allah, ıslah ve ifsat düşüncesiyle hareket edenleri bildiğini ifade ederek bu meselenin bir taraftan vicdanî yönüne diğer taraftan da uhrevî boyutuna işaret etmiştir. Buna göre gönüldeki gizli niyetleri, tahayyül ve tasavvurları bilen Allah, bir takım menfaatler için yetimleri yanına alan kişiye hesap soracaktır.[43] Razî’nin yaklaşımına göre bu ilahî beyan, esasında uhrevî müeyyideye dikkat çekmektedir. Bu durumda ortaya çıkmaktadır ki Allah, zahiren ıslah düşüncesi içerisinde olan fakat içinden farklı niyetler geçiren kimseleri, gizlemiş oldukları düşüncelerden dolayı hesaba çekecektir. Şu halde esasında “Allah kimin iyileştirme gayesi güttüğünü, kimin de işi bozmayı düşündüğünü pek iyi bilir”[44] âyeti çok ciddi bir uyarı anlamı taşımaktadır.[45]

Ayrıca yetimlerin korunması ve ıslah edilmesine ilişkin bunca öğüt ve teşvike rağmen kimi zaman yetimlere akrabaları ve velîleri sahip çıkmamaktadır. Bu durumda onlara bakmak sosyal bir sorumluluk olarak Müslüman topluma düşmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, “Bir kimse arkasında çoluk çocuk bırakırsa, onlara bakmak bize aittir. Kim arkasında mal bırakırsa varislerine aittir.”[46] buyurmak suretiyle, yetimlere bakmanın toplumsal bir vazife olduğuna işaret etmiştir. Hiç şüphesiz insan topluluklarının oluşturduğu siyasi hâkimiyetin teşkilatlanmış şekli olması hasebiyle devlet, yetimlerin temel hak ve hürriyetlerini, bireysel ve sosyal kazanımlarını güvence altına alabilecek ve sosyal hayatın değişik katmanlarında kimsesiz çocukların düzenli ve istikrarlı bir şekilde vazife almalarını sağlayabilecek en büyük ve en önemli tüzel bir varlıktır.[47] Hemen belirtelim ki İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren kimsesiz çocukların toplum ve devlet ölçeğinde korunmaya başlandığına tanıklık etmekteyiz. Nitekim asr-ı saadette yetimlerin ihtiyaçlarını giderebilmek maksadıyla gönüllü bağış ve yardımların yapılması, düzenli vergilerin tahsil edilmesi gibi bir takım uygulamalara yer verildiği dikkatleri çekmektedir.[48] İslam’ın yetime yönelik teşviklerinden hareketle Osmanlı Devleti de, Daru’ş-şafaka ve Daru’l-eytâmlar kurarak, kimsesiz kalan çocukları himaye etmeye çalışmıştır.[49] Dolayısıyla yetim kalan bir çocuğa akrabaları bakmadığı takdirde, Müslüman toplumun veyahut nihaî olarak devletin ona sahip çıkması zorunludur.[50] Devletin bu görevi, kayıpsız bir şekilde yerine getirebilmesi ve yetimlerin ihtiyaçlarını eksiksiz ve kesintisiz sağlayabilmesi için ise devlet bütçesinden yeterli ödenek ve fonların tahsis edilmesi gerekmektedir.[51]

Özetle ifade etmek gerekirse ilahî kelam, yetimlerin kimsesizlik ve yalnızlıklarını su-i istimal etmek isteyenlere yasak getirmekte ve onların korunup muhafaza edilmelerini emretmektedir. İslam tefsir tarihinde pek çok müfessir, konuyla ilgili âyetlerin yorumunda yetimleri himaye etme prensibinin temelde maddî ve manevî olmak üzere iki şekilde hayata geçirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede yetimlerin ıslah edilmesine çalışmak, onları himaye altına almak, güzelce yetiştirmek, talim ve terbiye vermek, mallarını işletip onların yararına olacak şekilde kazanca dönüştürmek büyük bir erdem olarak değerlendirilmiştir. Zaten yetimleri koruyup kollamayı salık veren âyetteki ıslah kelimesi de yetimlerin lehine olacak meşru her türlü etkinliği içine alan bir kavramdır.

3.2. Yetimlerin Mâlî Açıdan Himaye Edilmesi
Kur’ân-ı Kerîm’de yetimlerle ilgili en fazla üzerinde durulan konu, onlara ait olan malların muhafaza edilmesi ve bu mallara haksız yere el uzatılmamasıdır. Zira mala karşı aşırı düşkün yaratılan insan nefsi[52], eğer terbiye edilmezse elinin altında bulunan yetimlerin mallarına bile göz dikebilecek ve haksız yere bu mallara sahip çıkabilecek bir derekeye düşebilir. Diğer taraftan yetimlerin küçük olmaları hasebiyle mallarını korumaktan aciz durumda bulunmaları ve buna bağlı olarak da onların mallarında tasarrufta bulunma yetkisinin velilerine ait olması da, su-i istimal ve istismar ihtimalini artıran faktörler arasında zikredilebilir.

Bu yüzden Nisa suresi 4/10. ayette Yüce Allah “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınları dolusu ateş yerler. Onlar, yarın harıl harıl yanan bir ateşe gireceklerdir.” buyurmak suretiyle, hiçbir hak ve hukuk gözetmeden yetimlerin mallarını yiyenlerin çetin bir azaba dûçar olacaklarını ve korkunç bir ateşe gireceklerini belirterek müminleri son derece sert bir dille ikaz etmiştir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki bu ayette her ne kadar sadece yeme fiili zikredilmiş olsa da, esasen bununla yetimin malları hakkında yapılacak her türlü haksız tasarruf kastedilmiştir.[53] Dolayısıyla yetimin mallarına yönelik haksız bir tasarruf ve kazançta bulunan kimse, ayette zikri geçen uhrevî müeyyideye maruz kalacaktır.

Nüzûl dönemine tanıklık etmeleri ve vahyin ilk muhatap kitlesini oluşturmaları hasebiyle Kur’ân’ın tefsirinde son derece ayrıcalıklı ve öncelikli bir konumda bulunan sahabe topluluğu, bu ayetin içerdiği tehdit karşısında öyle korkmuş ve irkilmiştir ki böyle bir uhrevî azaba maruz kalma ihtimalinden dolayı yetimlerden uzak durmaya başlamıştır.[54] O kadar ki müminler, yetimin yiyeceğini, sütünü, hizmetçisini, bineğini hatta ona ait olan her şeyi, kendilerinkinden tamamen ayırma yoluna gitmişlerdir.[55] Çünkü bu ayet, yetimlerden ve onlara ait olan herşeyden uzak duracak kadar şiddetli bir tehdit içermektedir. Bu noktada ayetteki muhtevayı destekleyici ve tefsir edici mahiyette Hz. Peygamber’in miraç yolculuğundaki şu müşahedesine yer vermek tam yerinde olacaktır. Ebû Said el-Hudrî’nin rivayetine göre Allah Rasûlü’nün o mukaddes yolculuğunda müşahede ettiği cehenneme ait manzaralardan birisi de şu şekildedir: “Deve dudakları gibi dudakları olan bir kavim gördüm. Bunlar için görevlendirilen birisi onların dudaklarını yakalıyor sonra da ağızlarına ateş kesilmiş bir taş koyuyordu. Öyle ki bu taş onların alt taraflarından çıkıyordu. Bunun üzerine ben, ‘Ey Cebrail, bunlar da kimdir?’ diye sorduğumda, o da: ‘Bunlar haksızca yetimlerin mallarını yiyen kimselerdir.’ şeklinde cevap verdi.”[56]

Tabiin dönemi âlimlerinden Suddî, yetim malı yiyen kimsenin, kıyamet gününde ağız, burun, göz ve kulaklarından alev saçarak diriltileceğini ve bu bedbaht kimseyi gören herkesin, onun, yetim malı yemiş olduğunu bileceğini belirtmiştir.[57] Bu ayette ifade edildiği üzere yetim malı yiyen insanların maruz kalacağı “Saîr” isimli kaynar ateşin, bilinen ateş türlerinden hiç birisine benzemeyeceği ve bu ateşteki şiddetin derecesini de Allah’tan başka hiçbir kimsenin algılayamayacağı söylenmiştir.[58]

Kur’ân, yetim malı yemenin büyük bir günah olduğunu sarih bir şekilde beyan eden bir başka ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Yetimlere mallarını verin, temizi verip murdarı almayın, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız gerçekten büyük bir günahtır.”[59]

Hemen belirtelim ki bu ayet yetimlere ait malların kendilerine tastamam teslim edilmesini emretmektedir. Daha açıkcası burada emredilen husus, yetimlere ait mallara göz dikilmemesi, onların güzelce muhafaza edilmesi ve sırası gelince de hiçbir zorluk çıkarmaksızın yetimlere ait malların noksansız bir şekilde iade edilmesidir. Bu ayette geçen “Temizi verip murdarı almayın.” ifadesinin delaleti hususunda müfessirler farklı görüşler serdetmişlerdir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir:[60]

1- Yetimlerin mallarının yenilmesi onların velî veya vasîlerine haram olduğu için bu mallar “habis” yani pis ve iğrenç olarak vasıflanmıştır. Böylece onlardan haram ve pis olan malları bırakmaları, kendilerine ait olan helal ve temiz maldan istifade etmeleri istenmiştir. Nitekim Mücahid, “Habisi tayyible değiştirmeyin.” ayetini, “Haramı, helal ile değiştirmeyin.” şeklinde tefsir ederken[61] büyük dil alimi Ferrâ da “Kendi malınız yerine yetimlerin malını yemeyin, (çünkü) onların malı size haramdır.” ifadeleriyle açıklamıştır.[62] Ayrıca burada yetim mallarının “habis” olarak nitelendirilmesi, insanları bu mallardan uzak tutma amacına yöneliktir. Zira insan fıtratı ve tabiatı gereği pis ve iğrenç nesnelerden tiksinir. Dolayısıyla bu ifadelerle şer’an haram olan bir fiilin fıtraten de ne kadar çirkin bir davranış olduğu beyan edilmiştir.[63]

2- Bir başka telakkiye göre âyet, velî ve vasîlerin ellerindeki kötü ve değersiz malları yetimin mallarına katmak suretiyle onların güzel ve değerli mallarını almalarını yasaklamaktadır.

3- Bir anlayışa göre bu ayet, insanın kendi malıyla yetimlerin malları arasında bir alış-veriş yapmamasını salık vermektedir. Buna göre onların mallarını olduğu gibi muhafaza etmek gerekir. Eğer yetimlerin mallarını satmak icab ederse bu takdirde şaibe ve töhmetten uzak durma adına bunları başkalarına satmak daha doğrudur.

4- Bir yoruma göre ise ayet, yetimlere ait malları haksızlık ve zulüm irtikâp etmek suretiyle almamayı aksi takdirde insanın elinde bulunan güzel malların zayi olabileceğinden söz etmektedir.

5-Bazı âlimler ise bu âyetten hareketle şöyle bir yorumda bulunmuşlardır: “Haram olan rızıkta acele edip de, senin için takdir edilen ve sana gelecek olan helâl rızkını beklemeden onu yeme!”[64]

Kaynakların bildirdiğine göre bu ayetle ilgili olarak nüzul döneminde vahyin inzaline sebep teşkil eden hadise şöyle gerçekleşmiştir:[65] Gatafan kabilesinden Münzir b. Rifâ’, yanında bulunan ve büyük miktarda bir mala da sahip olan kardeşinin oğluna büluğ çağına erdikten sonra malını teslim etmemiştir. O da Hz. Peygamber’e giderek amcasını şikâyet etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber de, ona bu ayeti okuyarak yeğeninin malını teslim etmesini emretmiştir.[66]

İlgili ayetteki “innehû kene hûben kebirâ” ifadesi de, yetime malını vermemenin veya onun malını kendi malına katarak yemenin büyük bir günah ve zulüm olduğunu beyan etmektedir.[67] Nitekim müttefekun aleyh bir hadis-i şerifte Allah Resûlü, “Helâk edici yedi günahtan kaçınınız.” buyurmak suretiyle ümmetini uyarmış ve bu yedi büyük günahtan birisi olarak da yetim malı yemeyi zikretmiştir.[68]

Geldiğimiz nokta itibariyle anlaşılmaktadır ki yetimlerin malını en mükemmel şekilde himaye etmek üzerimize düşen dinî vecibelerdendir. Şu durumda yetimlere ait olan malların ne zaman kendilerine teslim edileceği; velî ve vasînin bu mallardan yiyip yiyemeyeceği ve bu malların yetimlere tesliminin nasıl kayıt altına alınacağı hususlarına da nassların ışığı altında açıklık getirmek faydalı olacaktır. Bu konuda Yüce Allah müminlere şöyle buyurmaktadır:[69]

“Yetimleri evlenme çağına varıncaya kadar gözetip deneyin. Akılca olgunlaştıklarını görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyünce ellerine alacakları düşüncesiyle o malları israfla tüketmeyin. İhtiyacı olmayan veli, yetim malına tenezzül etmesin. Muhtaç olan ise meşrû sûrette, ihtiyaç ve emeğine uygun olarak yararlansın. Onlara mallarını teslim ettiğinizde bunu şahitlerle tespit ettirin. Allah hesap sorandır ve O’nun hesap sorması kâfidir.”[70]

Bu ayet, öncelikle yetimleri evlenme çağına varıncaya kadar denemeyi öngörmektedir. Bu deneme sonucunda eğer yetimlerin akılca olgunlaştıkları ve buna bağlı olarak da mallarını koruma eğilimine sahip oldukları ortaya çıkarsa bu durumda velî ve vasîlerin yanlarında bulunan mallarını onlara teslim etmesi bir zorunluluktur.[71] Eğer yetim büluğ çağına ulaşıp da olgunluk evresine ve rüşd dönemine varmazsa, velî ve vasî onun tasarruflarına sınır getirme yetkisine sahiptir.[72] Tam bu noktada yetime ve ona ait mala sahip çıkan velînin durumuna da değinmek gerekir. Yetime velilik yapan kişi şayet fakirse o kimsenin örfe uygun bir şekilde haddi aşmaksızın hayatını idame ettirecek kadar yetime ait maldan yemesi mübah kabul edilmiştir.[73] Çünkü yetime velilik yapan kişi onun işlerini ve mallarını koordine etmeye ve yetimle ilgilenmeye karşılık bir ücret almış olmaktadır. Eğer velî zengin ise bu takdirde bir mala ihtiyacı bulunmadığı için ayet mucibinde iffetli davranarak yetime ait maldan uzak durmak zorundadır. Nitekim Hz. Aişe de bu ayetin sebeb-i nüzûlü bağlamında şu açıklamalara yer vermektedir: “Bu ayet, yetime bakan velînin fakir olması halinde, bakım hizmetine mukabil, yetimin malından uygun şekilde yiyebileceğini beyan için nazil olmuştur.” [74]

Bazı müfessirler bu konuda son derece hassas tutum sergileyerek yetimi himaye eden fakir bir velînin darlık halinde bile onun malından aldıklarını borç olarak değerlendirmiştir. Bu görüşü benimseyen İslam alimlerine göre o kişi, darlık halinden kurtulduğu zaman yetimin malını geri ödemek zorundadır.[75] Ancak muhtaç halde bulunan velînin, yetimin malından aldığı miktarı, onun bakım-görüm hizmetini yerine getirmeye ve onun adına işler yapmaya mukabil alınmış bir ücret olarak değerlendirmek nasslardaki sarih manaya uygun düştüğü için daha doğru bir yaklaşımdır.

İslam hukukçuları, söz konusu ayet-i kerimeden pek çok fıkhî istidlalde bulunmuşlardır. Fıkıh kitaplarında son derece ayrıntılı biçimde ele alınan bu hususları şu şekilde özetlemek mümkündür: Öncelikle ifade edelim ki, bu ayet-i kerimede vaz’ edilen hükümlerle, yetimlerin malî hakları koruma altına alınmıştır. Her ne kadar burada fakir olan velîlerin yetimlerin malından yemesine müsaade edilmesi yetimin aleyhine gibi gözükse de, aslında bu hükümde de asıl olan velîden ziyade yetimin maslahatıdır. Çünkü velîlere yönelik böyle bir ruhsat tanınmasa, fakir olan velîler yetimlerin mallarını koruyamaz, nemalandıramaz ve vakti zamanı gelince de tastamam bir şekilde mallarını teslim edemezlerdi. Dolayısıyla böyle bir ruhsatın, önemli bir sosyal problemin halledilmesinde ciddi bir rolü olduğu söylenebilir.[76]

Nitekim bu konuda Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: “Bir adam Allah Rasûlü’ne gelerek: “Benim malım yok ama bir yetime bakıyorum (Onun malından yiyebilir miyim?)” diye sorduğunda Allah Rasûlü şöyle cevap vermiştir: “Yetiminin malından, israf etmeden, aceleyle tüketeyim demeden, kökünden bitirmeksizin ve malını malıyla karıştırmaksızın yiyebilirsin.”[77]

Bilindiği üzere sahabe, Kur’ân âyetlerinin mana ve muhtevasını içselleştirip hayata tatbik etmekle temayüz etmiş seçkin bir nesildir. İşte Hz. Ömer de Kur’ân’ın yetime yönelik hassas yaklaşımından hareketle kendi şahsî hayatında farklı bir tutum geliştirdiğini şu ifadeleriyle göstermektedir: “Şunu bilin ki, beytü’l-mâle karşı kendi durumumu, velînin yetimin malına karşı durumu gibi belirledim. Buna göre şayet ihtiyacım olmazsa iffetli davranarak ondan uzak dururum. Eğer fakir düşersem maruf ölçüler içerisinde ondan yerim. Ödeme imkânım olduğu vakit de aldığım miktarı geri öderim.”[78] Ne var ki İslam hukukçuları, Hz. Ömer’in bu uygulamasını azimet olarak değerlendirip, fakir olan velînin yetimin malından yediği miktarı geri ödemesinin zorunluluk arzetmediğini ifade etmişlerdir.[79] Bütün bunlardan ayrı olarak bahsi geçen ayetin baş tarafında yetimlerin evlilik çağına gelince denenmesinin emredilmesi câlib-i dikkattir. Burada yetimleri salt denemeye tabi tutmaktan ziyade öncelikle onların çok yönlü istikbale hazırlanması ve onlara gerekli her türlü talim ve terbiyenin verilmesi gerektiğinin öngörüldüğü şüphesizdir. “Çünkü bu çağdan itibaren birey, soyut olarak düşünmeye başlamakta, yetişkinlerden duygusal olarak bağımsızlaşmakta, ekonomik bir mesleğe hazırlanmakta, çocukluktan çıkıp yetişkinler gibi davranmaya çalışmakta, kendi güç ve yeteneğiyle sorunlarını çözebilmekte, sosyalleşmeyi hızlandıran grup etkinliklerine katılmakta, toplumun kendisinden beklediği rolü benimsemekte, pekişmiş bir kimlik duygusu oluşturmakta ve yetişkinler dünyasıyla tam olarak iletişime girmeye hazır hale gelmektedir.”[80]

İşte evlenme çağına ve rüşd dönemine adımını atan yetim genç, zihinsel ve psiko-sosyal gelişimlerini, velîsinin ve çevresinin desteğiyle tamamlamaya çalışır. Bu yüzden yetimin ahlakî, ruhî ve psiko-sosyal gelişimi, dünyevî işleri yürütmedeki başarısı, malî işlemleri organize etmedeki kabiliyeti velî tarafından takip edilmelidir. Eğer bu hususlarda bir yetersizlik görülürse gerekli destek verilerek yetimlerin eğitilmeye çalışılması, kendi kendini idare edecek hale gelmelerinin sağlanması, böylece hayata ve istikbale hazır hale getirilmesi de velîlerin üzerine düşen bir mükellefiyettir. Bilhassa yetim kalan çocuğun olgunluk devresine girince ticarî işlerini yürütüp yürütemeyeceğinin kontrol edilmesi gerekmektedir. Bu şekilde onun kendi ayakları üstünde durabileceğine ve kendi kendini idare edebileceğine kanaat getirilirse ilk planda ona mallarından bir miktar verilerek nasıl bir tasarrufta bulunduğu gözlemlenir. Bütün bu gözlem ve denemeler sonucunda yetim çocuğun gerekli beceri ve kabiliyetleri edindiğine kanaat getirilirse ona ait malların sevk ve idaresi, tasarruf ve sorumluluğu bütünüyle kendisine devredilir.[81]

Bir de ayet-i kerime, yetimin malından “israf” ve “bidâr” ile yemeyi yasaklamıştır. “İsraf”, haddi aşmak, bir şeyde aşırı gitmek ve malı saçıp savurmak manasına gelirken, “bidar” ise, acele etmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla yetime ait malın haddi aşmak suretiyle israfla tüketilmesi ve yetim çocuğun büyüyerek mallarını talep edeceği korkusuyla aceleyle yenilmesi haram kılınmıştır.[82] Söz konusu âyetle ilgili son olarak yetimlere ait malların tamamıyla onlara teslim edildiğine dair şahit tutulmasının emredilmesi, bu konuda ne kadar titiz ve hassas olunması gerektiğini gözler önüne sermektedir. Şu bir gerçek ki malların şahit huzurunda yetimlere teslim edilmesiyle bir manada haksızlık, zulüm ve fitnenin önüne geçilmiş olacaktır. Şahit tutmak bir taraftan velîlerin töhmetten kurtulmaları diğer taraftan da yetimlerin mallarını eksiksiz ve tastamam almaları adına önemli bir hükümdür.

Yetimin korunması ve mallarının muhafaza edilmesi hususundaki hassasiyetten iki farklı surede benzer lafızlarla “Rüşdüne erinceye kadar, yetimin malına en güzel şeklin dışında bir sûrette yaklaşmayın!”[83] şeklinde de söz edilmiştir. Bu âyette “Yetim malını yemeyin.” veya “Yetim malını almayın.” gibi ifadeler yerine, “Yetim malına yaklaşmayın.” şeklinde bir nehiy kullanılması, esasında her ne şekil ve surette olursa olsun yetimlerin aleyhine olabilecek herhangi bir tasarrufu engellemeye yöneliktir. Zira bir şeye yaklaşmanın nehyedilmesi, o fiili yapmanın yasaklanmasına göre çok daha beliğdir.[84]

Öte yandan bu âyet, köklü bir paradigma değişikliğine giderek cahiliye dönemindeki yaygın ve yerleşik uygulamaya son vermektedir. Buna göre zengin ve güçlü kişilerin yetimlere ait mallardan diledikleri gibi tasarrufta bulunamayacakları açık bir şekilde belirtilmekte, bunun yerine sadece onun maslahat ve çıkarını gözetmek şartıyla yetim malına yaklaşmak gerektiği vurgulanmaktadır.[85] Şu halde “Yetim malına yaklaşmayın.” ifadesi, yetim malını bırakın kullanmayı, değişik amaç ve gayelerle ona yaklaşmaya bile cevaz verilmediğini göstermektedir.[86] Tam bu noktada Hz. Peygamber’in yetimin hakkını çiğnememeye karşı hassasiyetini gösteren şu duasını hatırlamak yerinde olacaktır:

“Allahım! Ben şu iki zayıfın hakkının çiğnenmesinden ümmetimi sakındırırım: Yetim ve kadın.”[87] Yine Allah Rasûlü ikaz mahiyetinde bir sahabesine yönelik şöyle bir uyarıda bulunmuştur:

“Ey Ebû Zer! Ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi üzerine amir olma ve sakın yetim malına da velilik yapma!” [88]

Diğer yandan mezkur ayette yetimin malına yaklaşmanın en güzel kaydıyla sınırlandırılması, başka hiçbir maksatla ona yaklaşılamayacağını dolayısıyla da velînin kendi malına sahip çıkıyor gibi yetimin malına sahip çıkmasını ve yine ekip biçerek, kiraya vererek, ticaret yaparak yetime ait malların işletilmesini ve buna bağlı olarak da onların azalmasına ve âtıl durumda kalmasına fırsat verilmemesini öngörmektedir.[89] Bu bağlamda Hz. Peygamber’den gelen şu tahzîr, konumuzla ilgili son derece anlamlıdır:“Dikkat ediniz! Her kim, mal sahibi bir yetimin himayesini üzerine alırsa, onun malıyla ticaret yapsın, o malı âtıl bırakarak, zekâtın yok olmasına imkan vermesin.”[90]

Sonuç itibariyle ayet ve hadislere bütüncül olarak bakıldığında görülecektir ki İslamî nasslar yetimlerin ekonomik yönden istismar edilmesini önlemek istemekte ve onlara ait malların en güzel şekilde muhafaza edilip geliştirilmesini talep etmektedir. Nasslar çerçevesinde yetim malına ilişkin yapılması gereken muameleyi üç ana maddede toplamak mümkündür.

Yetim malının muhafaza edilip korunması
Yetim malının âtıl bırakılmayıp onun faydasına olacak şekilde kullanılması
Yetim belli bir olgunluğa geldiğinde ise emanet olarak tutulan yetim malının tastamam sahibine teslim edilmesi
Öte yandan yetimlerin ergenlik çağına geldiklerinde malî tasarruflarını ve gündelik hayata ilişkin işlemlerini yapabilecek istidadı kazandıklarının ve yine aklî, zihnî, ruhî gelişim ve dinî eğitim açısından belli bir olgunluğa ulaştıklarının yakından takip edilmesi ve bu hususlarda gerekli desteğin sağlanması gerektiği de aşikârdır.

3.3. Yetime İnfakta Bulunma ve Onu Önceleme
İslam dininin sosyal hayatta yardımlaşma ve dayanışmayı esas aldığını, daha veciz bir ifadeyle İslam’ın bir yardımlaşma ve paylaşma medeniyeti inşa etmek istediğini söylemek mümkündür. Bu yüzdendir ki İslam’da ikram, infak, yardımseverlik ve cömertlik gibi vermeye dayalı eylemler, en yüksek ahlakî erdemler arasında kabul edilmiştir. Bu yüce hasletler yetim için olunca daha bir başka değer kazanmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, yetime ikramda bulunmanın uhrevî mükâfatını şöyle dile getirmiştir: Kim Müslümanlar arasından bir yetimi alarak onu yiyecek ve içeceğine dâhil ederse, affedilmez bir günah (şirk) işlemedikten sonra, Allah o kimseyi mutlaka cennete koyacaktır.”[91] Bu nebevî beyanlara ilave olarak Allah Resulü bizzat uygulamalarıyla da yetim sahip çıkmanın ve ona infakta bulunmanın önemini şu şekilde göstermiştir. Uhud Savaşı’nda şehit düşen Enes b. Fudâle’nin üç yaşındaki oğlu, Hz. Peygamber’in huzuruna getirildiğinde O, satılmaması ve hibe edilmemesi şartıyla ona bir hurmalık bağışlamıştır.[92]

Hemen belirtelim ki Müslümanlığa yaraşan kişinin kendisini düşündüğü gibi yetim ve öksüzleri doyurmayı, fakir ve yoksulların ihtiyaçlarını tedarik etmeyi düşünmesidir. Bilhassa büyük çoğunluğu itibariyle fakir halde bulunan yetimlerin yedirilip içirilmesi, giydirilip kuşandırılması ve daha başka maddî-manevî ihtiyaçlarının giderilmesi fevkalâde önem arz etmektedir. Nitekim Kur’ân “Siz yetime ikram etmiyorsunuz.”[93] buyurarak yetimlere karşı duyarsızlık gösterenleri kınamıştır. Çünkü bu ayet öncesiyle birlikte ele alındığında yetime ikramda bulunmayanların Allah’ın nimetlerine nankörlük yapan insan tipleri olduğu anlaşılmaktadır. Râzî, yetime ikram etmemeyi “onlara iyilik etmeme”, “onların elinden mallarını alma” ve “onu mirastan menetme” şeklinde yorumlamıştır.[94] Ancak kişiyi, yetim ve yoksula ikramda bulunmaktan alıkoyan ana etkenlerden birisi ise daha sonraki ayette ifade edildiği üzere mala karşı aşırı tutkudur. Tam bu noktada bu ayetleri bütüncül olarak değerlendiren Semerkandî’nin şu görüşlerini aktarmak yerinde olacaktır:“Mallarını üzerinize aldığınız yetim çocukları kolayca kandırabildiğinizden dolayı helal haram demeden sanki babanızın malıymış gibi yüzsüzce ve vicdanınız sızlamadan yersiniz. Bu gibi gayr-i meşru yollarla mal toplamayı da pek çok seversiniz… Devlet malının ganimet sayılarak talan edilmesinin de dolaylı yollardan yetim malını yemek olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.”[95]

Şu halde yetimleri düşünmek onları sadece doyurmakla ve giydirmekle sınırlandırılamaz. Bunun yanısıra yetimlerin daha bir çok farklı gereksinimlerini karşılamak ve onlara çok yönlü sahip çıkmak gerektiği de belirtilmelidir.

Öte yandan nasslardaki üslûb ve ifade şekillerine bakıldığında infakta bulunma hususunda yetimlerin öncelendiği görülecektir. Başta yetimin yakın akrabaları olmak üzere varlıklı kişilerin her türlü iyilik ve yardımda onları öncelemesi bir manada zorunludur. Zira Kur’ân’daki bir çok ayet, yardım etme, iyilik ve infakta bulunma hususunda anne, baba ve yakın akrabadan hemen sonra yetimleri zikretmek suretiyle onları ihmal etmenin önüne geçmiştir. Nitekim bir ayetinde Kur’ân bu hususu şöyle dile getirir:

“Takva/iyilik, yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir. Lâkin takva Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, sevdiği malını Allah’ı hoşnut etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren kimselerin davranışıdır…”[96]

Görüldüğü üzere bu ayette Kur’ân, akrabadan hemen sonra yetimi zikretmek suretiyle gerçek iyilik ve dindarlık göstergelerinden birisinin sevilen maldan yetime vermek olduğunu ortaya koymuştur. Bu durumda yetime infakta bulunmak yoksula, yolda kalmışa, dilenen kimseye ve köleye infakta bulunmaktan daha öncelikli bir konumda yer almaktadır.[97] Şu halde Allah’ın rızasına nail olmak için öksüz ve yetim kalmış çocuklara infakta bulunmanın ve onlar için elden gelen her türlü fedakârlığı yapmanın muttakilere ait güzel davranışlar arasında yer aldığında asla şüphe yoktur.

Benzer şekilde Bakara suresi 2/215. ayette de Yüce Allah infak edilecek kişiler arasında anne baba ve yakın akrabalardan hemen sonra yetimleri şöyle zikretmiştir: “Sana Allah yolunda kimlere ve ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İnfak edeceğiniz mal anne baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipler için olmalıdır.”[98] İlahî kelamda anne baba ve akrabalardan sonra yetimlerin gelmesi onların daha ziyade ihtiyaç sahibi olmaları ve infakı hak etmeleriyle yakından ilgilidir.[99]

Burada şunu da belirtelim ki yetim kalan kişinin bir de akraba olması halinde ise bu onu, infak ve yardımda daha da önemli ve öncelikli kılmaktadır. Allah Teâlâ, Beled suresi 90/15. ayette akrabadan olan yetimi doyurmayı, sarp yokuşun tırmanılmasında aşılması gereken hedeflerden birisi olarak zikretmiştir. Söz konusu ayeti, metin içi bağlamıyla birlikte değerlendirecek olursak ortaya şu sonuç çıkmaktadır. İyiliklerin toplandığı tepeye giden yollar sarp ve aşılmaz olsa da insanın onu başarıyla geçebilmesi kendi menfi arzu ve istekleriyle mücadele etmesinden geçmektedir. İşte sarp yokuşu temsil eden erdemlerden birinin de kıtlık gününde, akrabadan olan yetime şefkat ve sevgiyle sahip çıkmak ve onu yedirmek olduğu anlaşılmaktadır.[100] Bu durumda hem yetime sahip çıkma hem de sıla-i rahimde bulunma gibi çok önemli iki vazife birden îfâ edilmiş olmaktadır. Nitekim Allah Resulü bu hususa “Sadaka fakirin hakkıdır. Akrabanın hakkı ise ikidir: sadaka ve sıla.”[101] mealindeki hadisiyle işarette bulunmuştur.

Umumî manada yetimlere infakta bulunmayı teşvik eden ayet-i kerimelerin yanı sıra Kur’ân onlara miras, fey ve ganimet gibi gelirler de tahsis etmiştir.[102] Bilindiği üzere ganimet, muharebe esnasında gazilerin harbîlerden zorla aldıkları mal olarak tarif edilmiştir. Fey’ ise haraç, cizye, ticaret vergileri, musaleha bedelleri gibi savaşmaksızın gayr-i müslimlerden alınan mallardır. [103]

İşte yetimlere bazı kamu gelirlerinin tahsis edilmesi, bu hususun sadece vicdanlara bırakılmadığını, bizzat normatif hükümlerle desteklenmek suretiyle yetimlerin korunup himaye edilmesinin nihaî olarak devletin sorumluluğu altında olduğunu göstermektedir. Konuyla ilgili ayette ganimetten pay verilecek kimselerden bahsedilirken yetimlerden de meâlen şöyle söz edilmektedir: “Bir de malumunuz olsun ki savaşta elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ındır. Yani Resulullâha, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara (gariplere) aittir.”[104] Bu ayete göre, savaşta elde edilen ganimetin beşte birlik kısmının sarf edileceği yerlerden birisi de yetimlerdir.[105] Yine Haşr suresi 59/7. ayette yetimlere tahsis edilen bir başka gelirden yani fey mallarından bahsedilmiştir[106]: “Savaş olmaksızın fethedilen ülkelerin halklarına ait mallardan Allah’ın, Peygamberine nasib ettiği ganimetler; Allah’a, Resulüne, akrabalara (Peygamber’in yakın akrabalarına), yetimlere, fakirlere ve yolda kalmış gariplere aittir. Ta ki o mallar, sizden yalnız zenginler arasında el değiştiren bir servet haline gelmesin.”[107]

Görüldüğü gibi bu âyette devletin önemli gelir kaynaklarından birisini oluşturan feyin taksimiyle ilgili de yetimlere bir pay verilmiş, böylece bu gelirin sadece zenginler arasında dolaşıp duran bir servete dönüşmesinin önüne geçilerek toplumsal adalet ve eşitlik, sosyal huzur ve barış temin edilmeye çalışılmıştır.[108]

Zikredilen bu hususlardan ayrı olarak İslam âlimleri şu âyetten hareketle, miras taksimi esnasında hazır bulunan yetimlere de birşeyler vermenin gerekliliği üzerinde durarak değişik görüşler serdetmişlerdir: “Mirastan payı olmayan yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır bulunursa bundan, onları da rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin.”[109]

Ayetin son derece sarih olan manasından da anlaşılacağı üzere mirasta hiçbir şerî hakkı bulunmayan ama miras paylaşımı esnasında hazır bulunan yetimlere de ihsanda bulunulması istenmektedir. Böylece yetimlerin sevindirilmesi ve gönüllerinin alınması sağlanmış olur.

Yeri gelmişken hemen belirtelim ki ayette yetimlere mirastan pay verilmesi hükmüyle ilgili olarak İslam hukukçuları bunun vücûb mu yoksa ibâha mı ifade ettiği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.[110] İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre bu hüküm farz değil menduptur. Bu âlimler, mirastan yetimlere pay verilmesinin gönüllü bir tasadduk olduğunu dolayısıyla zekâttan başka mecburi bir sadaka emrinin bulunmadığını söyleyerek bunun mendup bir fiil olduğunu belirtmişlerdir.[111]

Burada vurgulanması gereken bir başka önemli husus ise yetimlere özelde mirastan pay verirken genelde herhangi bir iyilikte bulunurken son derece nazik, güler yüzlü ve güzel sözlü olunması gerektiğidir. Buna göre yetime ihsanda bulunurken onu kırma ve incitme gibi Müslüman ahlâkıyla örtüşmeyen fiilerden ve yakışıksız davranışlardan uzak durulmalıdır.[112] Çünkü ayetin son kısmında geçen “Onlara güzel söz söyleyin.” ifadesi bütün bu manaları ihtiva etmektedir. Yine başa kakmama hususu çok daha sarih ve vurgulu bir şekilde İnsan suresi 76/8. ayette şöyle bildirilmiştir: “Kendileri de sevip istedikleri halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler. Biz size sırf Allah rızası için ikram da bulunuyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. ”[113]

Açıkca görüldüğü üzere Kur’ân yetimlere yapılacak iyiliğin sırf Allah rızası için yapılması gerektiğini hatta bu şekilde davrananların Allah katında ebrardan sayıldıklarını deklare etmektedir. Dolayısıyla ebrarın yani hayırlı ve iyi kul olmanın hususiyetleri arasında yetimi yedirip doyurma, ona infakta bulunma ve bütün bunlara karşılık ondan hiçbir çıkar elde etmeme yer almaktadır.[114] Buna göre ebrarı yetime karşı ikram ve ihsanda bulunmaya teşvik eden temel etken sadece Allah’ın rızasına nail olmaktır. Râzî bu ayetten hareketle daha kuşatıcı bir yorumda bulunmuştur. Ona göre ayette yetim ve yoksul kimselere ikramdan bahsedilmesi, esasında onlara her türlü iyiliği yapmaktan kinayedir. Bu durumda ayet, yoksul kişinin ve yetim çocuğun menfaatine ilişkin her faaliyeti kapsamaktadır.[115]

Bütün bunlardan sonra şunu ifade edelim ki Kur’ân ve Sünnetteki birçok nass hem sık sık yetime infakta bulunmayı hem de genel olarak infakta bulunurken yetimi öncelemeyi salık vermektedir. İslam dini, bireylere ait mallardan mirasa, devlete ait gelirlerden vergilere kadar pek alanda yetimlere yönelik tahsisatlar vaz’ ederek onlara çok yönlü sahip çıkılmasını ve güvence verilmesini taleb etmektedir. Ayrıca Kur’ân yetimlere karşı her türlü infak ve ihsanda, onların hiçbir şekilde rencide edilmemesini ve onlara bir mahcubiyet yaşatılmamasını istemektedir.

3.4. Yetimlere Karşı Güzel Muamelede Bulunmak
İslâm, yetimlerin himaye edilmesine, doyurulmasına, bakım ve gözetiminin üstlenilmesine, mallarına sahip çıkılmasına önem verdiği gibi onlara güzel muamele edilmesine de ihtimam göstermektedir. Zira yetim kalan bir çocuğun sağlam bir kişiliğe sahip olması ve toplumun önemli bir ferdi haline gelebilmesi için manevî açıdan da tatmin olması gerekmektedir. Buna göre bir taraftan yetime tebessüm etme, güzel sözler söyleme, onun başının okşama, hal ve hatırını sorma kısaca ona karşı şefkat ve muhabbetle muamele etme çok önemli iken diğer yandan da onu rencide edebilecek ve kalbini kırabilecek her türlü kötü söz ve fiilden, sert ve kaba davranıştan uzak durma da son derece mühimdir.

Anne babasını kaybetmiş bir yetime karşı güzel muamelede bulunma onun sağlam bir psikolojiye ulaşması açısından önem arzetmektedir. Nasıl ki anne-baba şefkati altına büyüyen çocukların sağlıklı bir kişilik ve kimliğe sahip oldukları bir vakıa ise aynı şekilde yetimlerin de sağlıklı bir kişiliğe sahip olabilmeleri için hakikî bir sevgi ve şefkat eline muhtaç oldukları gün gibi aşikârdır. Aksi takdirde şefkat ve merhametten yoksun olarak büyümüş yetimlerin geleceğin toplumunda ferdî ve ictimaî bir çok problemlere sebebiyet verebilecekleri bir gerçektir. Ayrıca günümüzde yapılan bazı bilimsel çalışmalarda sevgi ve şefkatten mahrum büyüyen yetim çocukların sürekli hastalandıklarına dair önemli bulgular ortaya konmuştur.[116]

İlahî kelamda yetimlere karşı gösterilmesi gereken muamele “Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şerik yapmayın. Anneye, babaya, akrabalara, yetimlere, güzel muamele edin.”[117] meâlindeki ayetle açıkça vurgulanmıştır. Benzer muhteva yine Bakara 2/83. ayette şöyle dile getirilmiştir: “Bir zaman İsrailoğullarından, ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel muamele edin,’ diye söz almıştık.”

Bu iki ayette de yetimlere ihsanda bulunulması emredilmektedir. Dolayısıyla yetimlere karşı sergilenecek muamelenin odak noktasını ihsan kavramı oluşturmaktadır. İhsan kavramı ise çok geniş bir yelpazede farklı iyilik türlerini içine alan zengin bir anlam içeriğine sahiptir.[118] Buna göre yetime iyilik yapma emri, bazen onun mutluluk ve üzüntüsünü paylaşmayı, yalnızlığını gidermeyi bazen ise ihtiyacı olduğunda yardımına koşmayı, el uzatmayı, şefkat, merhamet ve sevgi izhar etmeyi, güler yüzle ve tatlı dille muamele etmeyi ve daha bir çok güzel davranış sergilemeyi kapsamaktadır.

Öte yandan Kur’ân’da yetime karşı kötü muamelede bulunarak onu itip kakan insan tipolojilerine dikkat çekilmiş ve bir manada Müslümanların kendilerine yaraşır davranış sergilemeleri istenmiştir. Bu bağlamda Yüce Allah’ın şu beyanına yer vermek gerekmektedir: “Baksana şu dini, mahşer ve hesabı yalan sayana! O, yetimi şiddetle itip kakar.”[119]

Yetim konusuyla doğrudan bağlantılı olan bu ayetlerin sarih manalarından da anlaşılacağı üzere ahiret gününü yalan sayan insan, yetimi şiddetle itip kakmaktadır. Bir başka deyişle ahiret sorgulamasını ve hesap gününü inkâr eden kişinin bu dünyadaki en tehlikeli uygulaması yetimi itip kakması ve onunla ilgilenmemesidir.[120] Burada anlatılan insan modeli, inkârcı insan prototipidir. O halde yetime kötü davranmanın ve onu itip kakmanın bir kâfir sıfatı olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde yetime kötülük etmekle dini yalanlama vasıfları bir arada zikredilerek yetime güzel muamelede bulunmanın imanî bir olgunluk olduğuna işaret edilmiştir.[121] Müfessirler yetimi itip kakmanın mahiyeti hakkında değişik görüşler serdetmişlerdir: 1. Yetimin hakkını yeme, sonra da onu azarlama. 2. Kendisinden yardım talebinde bulunan yetimi kovma. Çaresizlik içerisinde olan yetim, halen ondan medet ummaya devam ederse onu hor görerek itip kakma. 3. Yetime zulmetme. Söz gelimi eve alınan bir yetime, evdeki bütün işleri yüklemek ona karşı yapılmış bir zulümdür.[122] Bu ayet etrafında serdedilen yorumlardan da anlaşılacağı üzere yetim çocuklara yönelik gösterilen fiziksel ve duygusal istismar ve şiddet, bir anlamda yetimi itip kakma ve onu incitme sayılacağı için yasaklanmıştır.[123]

Özetle ifade etmek gerekirse yetimlerin güçlü bir karektere sahip olabilmesi, sağlam bir kişiliğe kavuşabilmesi ve sağlıklı bir kimlik inşasında bulunabilmesi daha sonra da çevresine ve topluma faydalı bireyler olarak hayata devam edebilmesi kendilerinin küçüklükten itibaren velî ve akrabalarından sürekli şefkat ve merhamet görmeleri, sevgi ve ilgiye mazhar olmalarıyla çok yakından alakadardır. Aksi takdirde insanın psişik, psikolojik ve manevî gelişimi için hayatî önem arz eden bu duygular bulunmadığında yetimin kendi iç dünyasında derin boşluklar hissetmesi ve büyük gelgitler yaşaması kaçınılmazdır.[124] Bu yüzdendir ki Kur’ân, yetimlere bakmayı üstlenen kimselerin onlara sadece ekonomik açıdan destekte bulunmalarını yeterli görmeyerek kendilerine şefkat ve merhametle, sevgi ve muhabbetle muamele etmelerini emretmiştir.[125]

3.5. Yetimlerle Evlilik
Kur’ân’ın yetimlerin himayesiyle ilgili getirmiş olduğu düzenlemelerden bir diğeri de evlilik meselesidir. İlahî kelam, mağdur edilebilecek durumda bulunan güçsüzlerin haline ilişkin ayrıntılı düzenlemeler getirerek onların maruz kalacakları muhtemel problemleri giderici hükümler vaz’ etmiş ve Müslümanlara alternatif çözüm yolları sunmuştur.[126] Bu çerçevede Kur’ân, yetimlerin özellikle evlilik hususunda herhangi bir mağduriyet yaşamamaları için Müslümanlara şöyle bir hitapta bulunmuştur: “Himayeniz altındaki yetim kızlarla evlenince, haklarını gözetemeyeceğinizden, adaleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, onlarla değil, size helâl olup arzu ettiğiniz diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin.”[127]

Bu ilahî hitapta yetim kızlarla evlenmek isteyen velîlere adaletli davranma emredilmekte, eğer bunu yapmaktan endişe ederlerse o takdirde kendilerine başka kadınlarla evlenme teklif edilmektedir.[128] Bilindiği üzere cahiliye döneminde maldan istifade edebilmek için yetimle evlilik yapmak yaygın bir uygulamadır. Kur’ân bu âyetiyle yetimin aleyhine olabilecek bu evliliği onun lehine dönüştürmeyi hedeflemiştir.[129] Razî’ye göre bu ayet, himayesiz bir durumda bulunan yetim bir kızın evlilik hayatının daha da çileli bir hal almasını engellemektedir.[130] Yine bu ayet, güzelliği ve maddî imkânından dolayı yetim kızla evlenip sonrasında onun haklarını yerine getirmeyen kimseleri ikaz etmekte ve onlara başka kadınlarla evlenmeyi emretmektedir.[131]

Müfessirler yetimlere yönelik adaletsiz davranmanın farklı şekillerinden bahsetmişlerdir. Bu bağlamda adaletsiz davranmanın “yetim kızları mehirsiz nikahlama”, “mehrini düşük verme”, “malına göz dikme”, “ona karşı hüsn-ü muâşerette bulunmama” şeklinde kendisini göstereceği belirtilmiştir. İşte bütün bu adaletsiz ve yakışıksız uygulamalardan korkan bir kimsenin yetimle evliliği bırakıp daha başka kadınlarla evlenmesi gerekmektedir.[132]

Şu halde mallarına konmak için yetim kızlarla evlenmek yasaktır. Yine yetim kızlarla evlenince onların haklarına riâyet edilemeyeceği endişesi varsa onlarla evlenmek de caiz değildir. Fakat onların hakkını tam yerine getireceklerinden emin olan kimselerin, böyle kızlarla evlenmelerinde bir sakınca yoktur. Böylece yetim kızlara ailevî yaşamlarında haksızlık yapılması önlenmiş olacaktır.[133] Nitekim bir başka ayette aynı hususa işaret edilerek şöyle buyrulmuştur: “Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkındaki hükmü Allah size açıklıyor. Haklarını vermeyerek nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlarla küçük, zayıf yetim çocukların haklarına dair hükümler size bu kitapta okunup duruyor. Yetimlerin haklarını vermekte tam adaleti gözetin. Yaptığınız her iyiliği, Allah mutlaka bilir.”[134]

İslam tefsir tarihinde bu âyete getirilen yorumlar, Nisa 4/3. ayete ilişkin ortaya konan açıklamalarla paralellik arz etmektedir. Ancak burada yetimlerle alakalı hükümlerin kitapta yer aldığı kaydedilmektedir. Tefsir tarihinin iki önemli siması olan Zemahşerî ve Râzî’ye göre yetimlerle ilgili hükümlerin levh-i mahfuzda yazılı olduğunun beyan edilmesi, bu meselenin önemini ve büyüklüğünü göstermektedir.[135]

Sonuç olarak Kur’ân, vaz ettiği ilke ve prensiplerle yetimlerin sadece nefis ve mallarını değil ırz ve namuslarını, ailevî ve ictimaî hayatlarını da korumayı hedeflemiştir. Kur’ân, toplumun ve sosyal yapının en önemli temel taşını teşkil eden aile müessesesinin inşasında bilhassa yetimlerin haklarını savunarak onlara yönelik muhtemel su-i istimallerin önüne set çekmiştir.

Kur’ân perspektifinden hareketle yapılan bütün bu açıklamalardan sonra burada Kitab-ı Mukaddes’in yetime bakışına kısaca temas etmek hem mukayesede bulunmak hem de bütüncül bir bakış açısına sahip olmak için isabetli olacaktır.

Aynı kaynaktan beslenen semavi kitapların çıkış ve gönderiliş noktalarının bir olması, kimi zaman onların birbirini tasdik ve teyid eden ahlakî, itikadî ve amelî hükümler içermesine müncer olmuştur. Hem Kur’ân’da hem de tahrife maruz kalmasına rağmen Kitab-ı Mukaddes’te birbiriyle örtüşen ve aynı temayı ele alan hususlar arasında yetimlerin gözetilmesi ve haklarının korunması gelmektedir. Özellikle Eski Ahit’te yetime yardım edilmesi gerektiği pek çok defa, açık bir şekilde vurgulanmıştır. Bilhassa “Rab garipleri korur, yetime ve dul kadına yardım eder.”[136] şeklindeki ifadeler, İslam’ın ana kaynaklarında geçen ibarelerle paraleldir. Bunun yanısıra, Tanrı’ya karşı yapılan dualarda çaresizlerin O’na dayandığı, öksüzlere O’nun yardım ettiği, sıkıntı ve acı çekenleri O’nun görüp gözettiği belirtilmiştir.[137] Yine Eyüp Peygamber, kendisine ait güzel vasıflarını anlattığı bir yerde öksüzle ekmeğini paylaştığını ve ona el kaldırmadığını vurgulamış aksi durumda ise kolunun omzundan düşmesini ve kol kemiğinin ise kırılmasını isteyerek[138] öksüze sahip çıkmanın Peygamber ahlâkı olduğunu göstermiştir. Ayrıca “dul ve öksüz hakkı yemeyeceksiniz.”[139] ve “öksüzlerin toprağına el sürme.”[140] şeklindeki uyarılar da inananların sosyal sorumluluk bilinciyle hareket etmeleri, başkalarına özellikle de zayıf kimselere karşı asla haksızlık yapmamaları gerektiğini bildirmektedir. Bu bağlamda Mezmurlar’da geçen “zayıfın, öksüzün davasını savunun; mazlumun yoksulun hakkını arayın.” beyanları konumuz açısından son derece önemlidir.[141]

Yeni Ahit’te ise yetime sahip çıkma Eski Ahit’te olduğu kadar yoğun bir şekilde ele alınmamıştır. Görebildiğimiz kadarıyla yetime yönelik doğrudan referansta bulunmayı, sadece Havari Yakup yapmıştır. Ona göre bir kişinin Tanrı’nın gözünde değer ve itibar elde edebilmesi için bir takım vasıflara sahip olması gerekmektedir. Bu çerçevede öksüzlerin sıkıntılı durumlarında ziyaret edilmeleri, yerine getirilmesi zorunlu bir şart olarak özellikle zikredilmiştir.[142] Bunun dışında, Yeni Ahit’te yoksula yardım etmenin önemini ortaya koyan ifadeler de[143] yetimin gözetilmesini ve korunup kollanmasını dolaylı olarak salık vermektedir. Zira buralarda takyid edici ve kısıtlayıcı bir ifade kullanılmayarak yetimleri de kapsayacak şekilde yoksullar veya güçsüzler şeklinde genel ifadelere yer verilmiştir.

Yukarıda serdedilen bu genel değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere yetime sahip çıkma ve onların haklarını muhafaza etme Kitab-ı Mukaddes’te dinî bir sorumluluk olarak inananların omuzuna yüklenmiştir. Ancak vahiy zincirinin en parlak halkası ve semavî kitapların da en mütekâmili olması yönüyle Kur’ân, yetimlere ilişkin hususları çok daha sistemli ve kapsamlı bir şekilde ele almış ve müminlerin bu hususta insanî, vicdanî, dinî, ahlakî, hukukî, iktisadî ve ictimaî açıdan sorumluluk taşıdıklarını beyan ederek son noktayı koymuştur.

3.6. Kur’ân’da Yetimlerle İlgili Doğrudan Hz. Peygamber’e Yönelik Hitap
İlahî kelamdaki emir ve yasakları, öğüt ve tavsiyeleri, hayata en mükemmel şekilde yansıtan ve bu yüzden de yaşayan Kur’ân olarak nitelendirilmeyi tam manasıyla hak eden tek şahsiyet, hiç şüphesiz Hz. Peygamber’dir. O hayatın bütün alanlarında inananlar için rol model olma vasfına sahip en büyük rehberdir. Bu yüzdendir ki Müslümanlar, nebevî uygulamaları kendilerine modellemek zorundadırlar.

Bilindiği üzere Hz. Peygamber henüz doğmadan babasını, 6 yaşındayken annesini, 8 yaşındayken de dedesini kaybetmiştir. Üst üste en yakınlarını kaybetmek suretiyle derin bir sarsıntı yaşayan ve yetim kalan Hz. Peygamber’e, Allah’ın yardımıyla sahip çıkılmıştır. Nitekim bu husus Duha suresi 93/6. ayette şöyle bildirilmiştir: “O senin yetim olduğunu görüp de sana sahip çıkmadı mı?” Müfessirlerin de belirttiği üzere Hz. Peygamber’e Allah tarafından sahip çıkılmasının ve himaye edilmesinin sağlanması, ona yapılmış en büyük lütuflardan birisidir.[144] Bu lütuf sayesinde Hz. Peygamber, önce dedesinin sonra da amcasının yanında en güzel şekilde himaye edilmiştir.[145] İşte Hz. Peygamber’in yetim olduğu halde Allah tarafından himaye edilip korunması, O’nun omuzuna ümmetin yetimlerini himaye etme sorumluluğunu yüklemiştir.[146]

Ayrıca söz konusu ayette zikredilen “âvâ” fiili, Arap dilinde bir kimseye acıyarak kucak açma, şefkat göstererek bağrına basma, nazik ve kibar bir şekilde karşılama gibi anlamları içine almaktadır.[147] Öyle görünüyor ki yetimler sadece maddî açıdan yoksulluk çekmemekte şefkat, merhamet ve muhabbet yönünden açlık hissettikleri için manevî açıdan da yoksulluk çekmektedirler. Bu yüzden de yetimleri, sadece malla değil sevgi ve şefkatle doyurmak son derece önemlidir. İşte Allah’ın lütfu sayesindedir ki Hz. Peygamber, yetim olmasına rağmen kendisine çok iyi bakılmıştır. Bütün bunlara karşılık Yüce Allah da bir manada elçisinden şunları istemiştir: “Allah’a duyduğun minnettarlığın bir neticesi olarak sakın yetimlere karşı kötü davranma, hor bakma, onları aşağılama ve onların elindekileri sahiplenmeye kalkma, onlara karşı itici olma, haksızlıkta bulunma, onlara şefkat ve merhametle yaklaş.”[148] İşte bütün bu muhteva çok özlü bir şekilde şu ayetle ifade edilmiştir: “O halde sen de sakın yetimlere kötü davranma.”[149] Allah Teâlâ, yetim olarak büyüyen elçisine bu şekilde hitab ederek onu bu konuda özellikle uyarmıştır. Allah tarafından kendisine iletilen her türlü mesajı hakkıyla temsil ve tatbik eden Hz. Peygamber, bu hususta da ümmetine tam bir örneklik teşkil etmiştir. Nitekim O, bizzat kendisi gibi yetim kalan Hz. Enes’e sahip çıkmış ve on yıl süreyle onu himayesine almıştır.[150] Bu müddet zarfında kendisine karşı gösterilen nebevî muameleyi Hz. Enes şu veciz sözlerle özetlemiştir: “Ben hazarda ve seferde Resûlüllah’a hizmet ettim. Yaptığım bir şeyden ötürü bana asla “Niye bunu yaptın!” demediği gibi yapmadığım bir şeyden ötürü de “Niye bunu yapmadın!” demedi.”[151] Yine Allah Resûlü, Hz. Ümmü Seleme ile evlendiğinde bu hanım sahabînin beş tane yetimi vardı. Bu beş çocuğun babası ise bir savaşta şehit düşen meşhur sahabî, Ebu Seleme idi. Hz. Peygamber, bu beş çocuğa, öz babalarını aratmayacak bir özveri, şefkat, merhamet ve sevgiyle muamele etmiştir.[152] Aynı şekilde Allah Rasûlü, babası Uhud’da şehit düşmüş olan Beşîr b. Akrabe’yi ziyaret etmiş ve çocuğun ağladığını görünce, “Ağlama ey sevgili çocuk, ne diye ağlıyorsun? Ben baban, Ayşe de annen olsun, istemez misin?” diyerek onu teselli etmiştir. Beşîr de “Evet isterim.” cevabını verince Hz. Peygamber eliyle onun başını okşamıştır.[153]

Hz. Peygamber bu uygulamalarından başka bir çok sözlü beyanıyla ümmetini, yetimleri himaye etmeye, onlara sahip çıkmaya, koruyup kollamaya ve güzel muamelede bulunmaya teşvik ederek bunların Allah katında çok büyük bir değer ifade ettiğini göstermiştir. Bu noktada hadis külliyatı içerisindeki bazı nebevî beyanlara yer vermek, yetime verilen önemi zihinlerde daha da perçinleştirecektir. Allah Resûlü bir defasında “Her kim bir yetimin başını okşarsa elinin değdiği her kıl, kıyamet gününde onun içi bir nur olur.”[154] buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber, “Ben ve yetime bakan kimse cennette şöyleyiz.” Orta parmağı ile başparmağını yan yana getirip aralarını açıp kapayarak işaret etti.”[155]; “Müslümanlar içinde en hayırlı ev kendisine iyilik yapılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de kendisine kötülük yapılan bir yetimin bulunduğu evdir.”[156]; “Kim üç yetimi yetiştirir, nafakasını temin ederse, sanki ömrü boyu geceleri namaz kılmış, gündüzleri oruç tutmuş ve sabahtan akşama yalın kılıç Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap alır. Keza ben ve o, şu iki kardeş (parmak) gibi cennette kardeş oluruz.” buyurdu ve şehadet parmağı ile orta parmağını birbirine yapıştırdı.”[157] şeklindeki sarih beyanlarıyla yetime iyilikte bulunmanın ecir bakımından büyüklük, fazilet bakımında üstünlük, insanlık bakımından erdemlilik arz ettiğini ortaya koymaktadır.

Netice itibariyle Kur’ân’ın hükümlerini tam olarak pratize eden Hz. Peygamber, söz ve davranışlarıyla yetimlere nasıl bakılması gerektiği hususunda da ümmetine tam bir rehberlik yaparak örneklik oluşturmuştur.

Allah, yetim halde bulunan elçisini nasıl koruyup gözetmişse, yine Hz. Peygamber de, çevresindeki yetimlere en güzel şekilde el uzatıp sahip çıkmışsa, Müslümanların da ilahî ve nebevî ahlak gereğince yakın akraba ve çevrelerinde bulunan yetimlere kol kanat germeleri, şefkat ve merhametle muamele etmeleri, içtenlikle ve sevgiyle davranmaları gerekmektedir.

Sonuç
Kur’ân, diğer tüm insanlar gibi yetimlerin de insan onur ve haysiyetine yaraşır bir hayat sürmelerini öngörmüştür. Bu yönüyle Kur’ân, cahiliye döneminde hor ve hakir görülmüş yetimleri maddî ve manevî olarak güvence altına alarak onların insanca yaşamalarını ve su-i istimale maruz kalmamalarını istemiştir. Bu noktada yetimleri birer emanet kabul ederek onları kendi çocuklarımız gibi değerlendirip himayemize almamız ve onlara sahip çıkmamız gerekmektedir. Nitekim Kur’ân ayetleri, Hz. Peygamber’in sözlü beyanları ve fiilî uygulamaları bizlere yetimlerle ilgili pek çok sorumluluk ve yükümlülük tahmil etmektedir. Bu cümleden olarak yetimlere kol kanat germek; şefkat, merhamet ve muhabbetle muamele etmek, dert ve sıkıntılarıyla yakından ilgilenmek, din ve dünya işlerinde en güzel şekilde yol gösterici olmak ve rehberlik yapmak üzerimize düşen mükellefiyetlerdendir.

Küçük yaşta babasını yitirmek suretiyle hayat yolculuğunda çok önemli bir desteğini kaybeden bir çocuğun maddî ve manevî açıdan nasıl bir boşluk içerisine düşeceği izahtan varestedir. İşte bu derin boşluğun doldurulmasına yönelik büyük ve önemli bir görev, insanî ve İslamî bir vazife olarak önce yetim yakınlarının, sonra Müslüman bireylerin ve toplumun, nihaî olarak da devletin omuzunda bulunmaktadır. Bu çerçevede üzerinde sorumluluk bulunan kişi ve kurumlar yetim kalan çocuğu geleceğe hazırlayarak onların kendilerine ve içinde yaşadıkları topluma faydalı birer fert olmaları için ellerinden geleni yapmak zorundadırlar. Kimsesiz kalan çocuklara sahip çıkılması konusunda, göz ardı edilemeyecek bir husus, onların sıcak bir aile ortamında yetiştirilmeleridir. Zira Kur’ân, yetimlerle bir arada yaşamaya onlarla hayatı paylaşmaya ve kardeşlik bağı tesis etmeye teşvik etmiştir. Çünkü bu durum, onların hem ruhsal ve psiko-sosyal gelişimleri hem de dışlanmışlık psikolojisinden kurtulmaları adına son derece önemlidir.

Herkesin bir gün kendi çocuk veya torunlarının da yetim kalabileceği ihtimalini düşünerek ayet ve hadislerdeki emir, tavsiye ve öğütler çerçevesinde yakınında ve çevresinde bulunan yetimlere sahip çıkması, onları her yönden koruyup kollaması, onların talim ve terbiyesi adına her türlü gayreti göstermesi gerekir. Eğer kişi, bunları yapmaya muktedir değilse hiç olmazsa yetimlerin başına okşayarak onlara güzel söz, güler yüz ve tatlı dille mukabele etmek ve böylece onları hoşnut etmek durumundadır.

Kur’ân, konuyla ilgili âyetlerde Müslüman bireyleri ve toplumu bilinçlendiren bazı önemli hususlara işaret etmiştir. Bu bağlamda yetimlere karşı yapılan her türlü haksızlığı Allah’ın bildiği haber verilerek toplumun en zayıf halkasını oluşturan yetimlerin su-i istimal edilmelerine karşılık uhrevî motivasyon temin edilmiştir. Bu sayede kişi veya kişilere, vazgeçilmez bir inanç manzumesi olan ahiret inancı oldukça net bir biçimde hatırlatılmış, yetimlere yönelik olumlu-olumsuz her türlü fiilin muhakkak surette bir karşılığı olacağı açık bir biçimde vurgulanmıştır.

Ayrıca bir taraftan ahiret inancını yalanlayan inkarcı zihniyetin en belirgin hususiyetlerinden birisi olarak onların yetimi itip kakmaları, azarlama ve hor görmeleri zikredilmiş, diğer taraftan da nankörcü insan tipolojisinin en bariz sıfatı olarak yetim ve yoksula ikramda bulunmamaları anlatılmıştır. Dolayısıyla da bütün bunların bir manada Yüce Yaratıcıyı inkar eden ve ona nankörlükte bulunan kâfir ve nankör insanların sıfatları olduğu belirtilmiştir.

Duha suresi 93/6. ayette de sarih bir biçimde vurgulandığı üzere Hz. Peygamber’in yetim olduğu halde, Cenab-ı Allah tarafından himaye edilmesi, Müslüman topluma adeta bir model oluşturmaktadır. Müfessirlerin pek çoğu tarafından benimsenen yaklaşıma göre Allah’ın elçisini koruyup kollaması, başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün ümmete yönelik bir mesaj anlamına gelmektedir. Buna göre Müslümanların ilahî ahlâkla ahlâklanarak ümmetin yetimlerine kol kanat germeleri, onların bireysel, sosyal ve ekonomik haklarını güvence altına almaları gerekmektedir. Yine yetimlere iyilik ve ihsanda bulunan erdemli ve hayırlı kulların takınmaları gereken tavırlardan birisi de, onların iyilik ve hayır adına ortaya konan her işi, hiçbir beklenti içerisine girmeksizin sadece Allah rızası adına yapmalarıdır.

Kaynakça
Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1985/1405.

Acar, Ali, Yetimlerin Sosyal Güvenliği, Diyanet İlmi Dergisi, 1993, sayı:29 cilt:4, s. 81-90.

Ağırman, Cemal, Fert ve Toplumun Yetim ve Öksüzlere Karşı Sorumlulukları ” Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 2, s. 9-30.

Ateş, Ali Osman, İslam’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan yay., İstanbul, 1996.

Ateş, Süleyman, Kur’ân Ansiklopedisi, Kur’ân Bilimleri Araştırma Vakfı (KUBA), İstanbul, ty.

Altuntaş Halil, Kur’ân ve Sünnet Perspektifiyle Yetimler ve Öksüzler, IV. Din Şurası, Ankara, 2009.

Ayral Mehmet Şirin, Kur’ân’ın Yetimlere Bakış Açısı, Selçuk Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Konya 2007.

Bahru’l-Ulum İzzuddin, el-Yetimu fi’l-Kur’ân ve’s-Sünne, Daru’z- Zehra, Beyrut, ts.

Başkan Ömer, Yetim Kavramı Bağlamında Mekki Âyetlerde Toplumun Zayıf Unsurlarına Yönelik Koruyucu Dil, Çorum Belediyesi Kültür Yay., Çorum, 2013, s. 452-459.

Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin b. Ali, es-Sünenü’l-Kübrâ,: Dâiretü’l-maârifi’l-Osmaniyye, Haydarabad, 1344.

Bilgin Beyza, Yetim ve Kimsesiz Çocuklarla İlgili Tesis Kurmanın ve Yaşatmanın Önemi, Diyanet İlmi Dergisi, 1997, cilt:33, sayı, 3, s. 3-18

Buharî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahih, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 1994.

Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi (Hadis Ansiklopedisi), I-XVIII, (II, 517-535), Akçağ Yayınları, Ankara, 1988.

………… Kur’ân’da Çocuk, İstanbul, 1984.

Cemal, Muhammed, Hukuku’l-Yetimi fi’l-Fıkhi’l- İslâmi, Camiatü’n-necahi’l-vataniyye Külliyati’d-Diraseti’l-Ulya, Filistin, 2007.

Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Alî Râzî, Ahkâmü’l-Kur’ân, Dâru İhyai’t-Türâsi’l-Arabi, Beyrut,1985.

Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslam, Beyrut 1970.

Derveze, İzzet, et-Tefsîru-l hadis, , Ekin yay., İstanbul, 1998.

……….. Asru’n-nebi, (ter. Mehmet Yolcu), Ekin yay., İstanbul, 1998.

Ebû’l-Bekkâ, Eyyüb b. Musa el-Hüseyni, el-Külliyat Mu’cem fi’l-Mustalahati ve’l-Furuki’l-Luğaviyye, Müessesetür risale, Beyrut, ts.

Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistanî, Sünenü Ebî Dâvud, Dâru’l kütübi’l-Arabî, Beyrut, ts.

Ertunç Hüseyin, İslamda Yetimlerin Hukuki Statüsü, Atatürk Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2009, sayı:31, s.127-150.

Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1998.

Eski, Nurullah, Hak ve Sorumlulukları Bakımından İslam Hukukunda Yetimler, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Selçuk Üniv. Sosyal Bil. Enstüsü, Konya 2007.

Eymen Humey Ömer Hammad, Ahkamül Yetimi’l-Maliyeti fi’ş-Şeriati’l-İslamiyye ve Tatbikatiha fi Mehakimi’ş-Şer’iyye, Külliyati’ş-şeria, Gazze, 2009.

Ferrâ, Ebû Zekeriya Yahya b. Ziyad b. Abdilah b. Manzur ed-Deylemi, Meâni’l-Kur’ân, Daru’l-Mısrıyye li’t-te’lif ve’t-terceme, Mısır, ts.

Firüzâbâdî, Mecduddin Ebû Tahir Muhammed b. Yakub, el-Kamusu’l-Muhit, Müessesetür risale, Beyrut, 2005.

Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi (trc. Salih Tuğ), Yeni Şafak Kültür Hizmeti, Ankara, 2003.

Heysemî, Nûreddin Ali b. Ebî Bekr, Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid, Dâru’l-fikr, Beyrut, 1412.

İbn Aşur, Tahir, et-Tahrir ve’t-Tenvîr, Daru’-Tunusiyye, Tunus 1984.

İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, İsa el-Babi el-Halebi, Kahire, 1974.

İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretu’n-Nebeviyye, Kahire, 1955.

İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru’t-taybe, Riyad, 1999

İmam Malik, Ebû Abdullah Malik b. Enes, el-Muvatta, thk. Takiyyuddin en-Nedvî, Dâru’l-kalem, Dimeşk, 1991.

İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, Sünenü İbn Mâce, thk. Muhammed Fuad Abdülbaki, Dâru’l-fikr, Beyrut, ts.

İbn Manzûr, Ebü’l-Fadl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî (711/1311), Lisânü’l-Arab,: Dâru sâdır, Beyrut, ts.

İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, , Mektebetü’l-Hanci, Kahire, 2001.

Kasapoğlu, Abdurrahman, Kur’ân Psikoloji Atlası, Ekm Ofset Matbaacılık, Malatya, 2010.

Kâsımî, Mehâsinü’t-te’vîl, Cemaluddin b. Muhammed Said b. Kasım, Daru’l-kütübi’l-ilmiye, Beyrut, 1418.

Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr, el-Camiu li ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru Âlemi’l-Kütüb, Riyad, 1952.

Kutup, Seyyid, fî Zilali’l-Kur’ân, (trc. Saraç, M. Emin; Şengüler, İ. Hakkı; Karlığa, Bekir), I-XVI, Hikmet Yay., İstanbul, 1979.

Koç, Aylin, “Öksüz ve Yetim Çocuklar İçin Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu, Daruşşefeka” Şavaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler, Kırmızı yay., İstanbul, 2003.

Maverdî, Ebû’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Muhammed b. Habib el-Basrî el-Bağdâdî, en-Nüket ve’l-Uyûn, Dâru’l-kütübi’l-ilmiye, Beyrut, ts.

Meraği, Tefsiru’l-Meraği, Matbaatu Mustafa Babi, Mısır, 1946/1365.

Mukatil b. Süleyman, Tefsir, Daru ihyai’t-türasi, Beyrut, 1423.

Mevdudî, Ebû’l-Alâ, Tefhîmu’l Kur’ân, İnsan Yay., İstanbul, 1991,.

Müslim, Müslim b. el-Haccâc, Sahîhu Müslim, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut, ts.

Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, Sünenü’n-Nesâî, thk. Abdülfettah Ebû Gudde, Mektebetü’l-metbûati’l-İslâmiyye, Haleb, 1986.

Râzî, Fahreddin Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 2000.

Rıza Reşid, Muhammed b. Ali, Tefsîru’l-Menâr, Heyetül Mısrıyye, Mısır, 1990.

Sabûnî, Ravâiu’l-Beyân Tefsîru Âyâti’l-Kur’ân, Mektebetü’l-Gazzâlî, Dımaşk, 1980.

Sancık, Murat, İslam Öncesi Dönem Cahiliye Kültürü, Isparta, 2002.

Semerkandi, Alaaddin Ali b. Yahya, Bahru’l-ulum, Sezgin neşriyat, İstanbul, 1993.

Şâfiî, Ebû Abdullah Muhammed b. İdris b. Abbas, Ahkâmü’l-Kur’ân, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1980.

Şâtıbî, Ebû İshak İbrâhim b. Musa b. Muhammed el-Gırnati, el-Muvafakât, thk. Ebû Ubeyde Daru İbn Affan, Huber, 1997/1417.

Şeltut Mahmut, Tefsîru’l- Kur’âni’l- Kerîm, Kahire, 1424, 2004.

Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Te’vili’l-Kur’ân, thk. Ahmed Muhammed Şâkir, Müessesetü’r-risâle, 2000.

Tarhan Nevzat, Yetim Sempozyumu Tebliğ Özetleri, İnsani Yardım Vakfı, İstanbul, 2006.

Temel, Nihat, Kur’ân’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları no: 187, İstanbul 2001.

Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, el-Câmiu’s-sahîh süneni’t-Tirmizî, thk. Ahmed Muhammed Şakir, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî. Beyrut, ts.

Uluşal Neşet, Kur’ân’da Yetim Kavramı, Marmara Üniv. Sosyal bil. Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) İstanbul, 2006.

Zebidî, Ebü’l-Feyz Murtaza Muhammed b. Muhammed b. Muhammed, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus, thk. Abdülhalim Tahâvî, et-Türâsü’l-Arabî, Kuveyt, 2001.

Zemahşerî, Ebû’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vil, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, ts.

Yazıcı Nesimi, Osmanlıda Yetimlerin Korunması Üzerine Bazı Değerlendirmeler, AÜİFD, XLVIII, s. 1, 1-46.

……….. Osmanlılar Döneminde Yetimlerle ilgili Farklı bir Uygulama; Külhanbeyliği Kurumu, İstem, Yıl:5, Sayı:9, 2007, s. 9 – 20.

 

 

[1] Zebidî, Muhammed b. Muhammed, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus, thk. Abdülhalim Tahâvî, et-Türâsü’l-Arabî, Kuveyt, 2001, 34/136; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî, Lisânü’l-Arab, Dâru sâdır, Beyrut, t.y, 12/645.

[2] Zebidî, Tâcü’l-Arûs, 34/136; İbn Manzur, Lisan’ul-Arab, 12/645

[3] Firüzâbâdî, Mecduddin Ebû Tahir Muhammed b. Yakub, el-Kamusu’l-muhit, Müessesetü’r- risale, Beyrut, 2005, s. 1172.

[4] Ebû’l-Bekkâ, Eyyüb b. Musa el-Hüseyni, el-Külliyat, Müessesetü’r-risale, Beyrut, s. 978.

[5] Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistanî, Sünenü Ebî Dâvud, Dâru’l Kütübi’l-Arabî, Beyrut, ts. Vesâyâ 9.

[6] Ebû Dâvud, Vesâyâ, 9.

[7] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’ân Psikoloji Atlası, Ekm Ofset Matbaacılık, Malatya, 2010, s. 33.

[8] Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslam, Beyrut, 1970, 5/567.

[9] Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr, el-Camiu li ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru Âlemi’l-Kütüb, Riyad, 1952, 4/558.

[10] Râzî, Fahreddin Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, 2000, 6/404

[11] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan yay., İstanbul, 1996, s. 379-380; Murat Sancık, İslam Öncesi Dönem Cahiliye Kültürü, Isparta, 2002, s. 160.

[12] Mevdudî, Ebû’l-Ala, Tefhîmu’l- Kur’ân, İnsan Yay., İstanbul, 1991, 7/89.

[13] İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdulmelik, es-Sîretu’n-Nebeviyye, Kahire, 1955, 1/336; Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi (Hadis Ansiklopedisi), I-XVIII, Akçağ Yayınları, Ankara, 1988, 2/528; Derveze, İzzet; Et-Tefsîru’l-Hadîs, Ekin Yayınları, İstanbul, 1997, 1/555.

[14] Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvîr, , Daru’t-Tunusiyye, Tunus, 1984, 2/355.

[15] İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, 1/153-155.

[16] Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvîr, 2/355.

[17] Mahmut Şeltut, Tefsîrul Kur’âni’l-Kerim, Kahire, 1424, 2004, s. 147; Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvîr, 2/355, 30/401-402; Yetimlerin hukukî statüsüne ilişkin geniş bilgi için bkz. Hüseyin Ertunç, İslamda Yetimlerin Hukuki Statüsü, Atatürk Üniv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2009, sayı:31, s.127-150; Nurullah Eski, Hak ve Sorumlulukları Bakımından İslam Hukukunda Yetimler, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Selçuk Üniv. Sosyal Bil. Enstüsü, Konya 2007; Cemal Muhammed, Hukuku’l-Yetimi fi’l-Fıkhi’l-İslâmi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Camiatü’n-necahi’l-vataniyye Külliyati’d-diraseti’l-ulya, Filistin, 2007

[18] Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvîr, 2/355; Ayrıca bkz. Bahru’l-Ulum, el-Yetimu fi’l-Kur’ân ve’s-Sünne, s. 93-94.

[19] Ömer Başkan, Yetim Kavramı Bağlamında Mekki Âyetlerde Toplumun Zayıf Unsurlarına Yönelik Koruyucu Dil, Çorum Belediyesi Kültür Yay., Çorum, 2013, s. 452-459.

[20] İsrâ, 17/60.

[21] Bakara, 2/30.

[22] Tin, 95/4.

[23] Bakara, 2/30.

[24] Secde, 32/9.

[25] İbrahim, 14/34.

[26] Benzeri yaklaşım için bkz. Cemal Muhammed, Hukuku’l-Yetimi fi’l-Fıkhil İslami, s. 6.

[27] Taberî, Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-Beyân fî Te’vili’l-Kur’ân, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1420/2000, 15/5-10; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 31/165; Zemahşerî, Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 2/680.

[28] Hucurât, 49/13.

[29] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 22/309; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 28/95; ZemahşerÎ, el-Keşşâf, 4/374; Kâsımî, Cemaluddin b. Muhammed, Mehâsinü’t-Te’vil, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1418, 8/538.

[30] Şâtıbî, Ebû İshak İbrâhim b. Musa b. Muhammed el-Gırnati, el-Muvafakât, thk. Ebû Ubeyde, Daru İbn Affan, Huber, 1997/1417, 1/31.

[31] Bakara, 2/220.

[32] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, 2/516-517.

[33] Kasapoğlu, Kur’ân Psikoloji Atlası, 3/43.

[34] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, I/768.

[35] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 6/404.

[36] Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vil, 2/115.

[37] Merağî, Tefsiru’l-Merağî, 2/149.

[38] Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvîr, 2/356; Ayrıca bkz. Cemal Muhammed, Hukuku’l-Yetimi fi’l-Fıkhi’l-İslami, s. 6-10.

[39] Bakara, 2/220.

[40] Kasapoğlu, Kur’ân Psikoloji Atlası 3/44.

[41] Bakara, 2/220.

[42] Bakara, 2/220.

[43] Zemahşerî, el-Keşşâf, 1/263.

[44] Bakara, 2/220.

[45] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 6/406.

[46] Buharî, “İstikraz”, 11; Müslim, “Ferâiz”, 5.

[47] Ali Acar, Yetimlerin Sosyal Güvenliği, Diyanet İlmi Dergi, 1993, sayı:29 cilt:4, s. 82.

[48] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 2/1043; Bu konuda derli toplu bilgiler için bkz. Beyza Bilgin, Yetim ve Kimsesiz Çocuklarla İlgili Tesis Kurmanın ve Yaşatmanın Önemi, Diyanet İlmi Dergisi, 1997, cilt: 33, sayı, 3, s. 1-16.

[49] Geniş bilgi için bkz. Koç, Aylin, “Öksüz ve Yetim Çocuklar İçin Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu, Daruşşefeka” Şavaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler, Kırmızı yay., İstanbul, 2003, s. 182-183.

[50] Nesimi Yazıcı, Osmanlıda Yetimlerin Korunması Üzerine Bazı Değerlendirmeler, AÜİFD, XLVIII, s. 1, 1-46; Nesimi Yazıcı, Osmanlılar Döneminde Yetimlerle ilgili Farklı bir Uygulama; Külhanbeyliği Kurumu, İstem, Yıl:5, Sayı:9, 2007, s. 9 – 20.

[51] Halil Altuntaş, Kur’ân ve Sünnet Perspektifiyle Yetimler ve Öksüzler, IV. Din Şurası, Ankara, 2009, s. 108.

[52] Adiyet, 100/8; Buhari, Rikak 10.

[53] Zemahşerî, Keşşâf, 1/263, 479; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 9/506.

[54] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 7/26; Zemahşerî, el-Keşşâf, 1/263, 479; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 9/506; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 3/1296.

[55] Mukatil b. Süleyman, Tefsir, Daru ihyai’t-türasi, Beyrut, 1423, 1/329.

[56] Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII, 2; Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, V, 53;

[57] Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII, 26.

[58] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, III, 1296.

[59] Nisâ, 4/2.

[60]Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII, 525-528; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 5/217; Maverdî, en-Nüket, 1/447; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru’t-taybe, Riyad, 1999, II/297; Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, 4/219; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1279.

[61] Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII/525.

[62] Ferrâ, Ebû Zekeriya Yahya b. Ziyad b. Abdilah b. Manzur ed-Deylemi, Meâni’l-Kur’ân, Daru’l-Mısrıyye li’t-te’lif ve’t-terceme, Mısır, 1/218.

[63] Maverdî, en-Nüket, 1/447.

[64] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1279.

[65] Taberî, Câmiu’l Beyan, 7/529.

[66] Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 1/356.

[67] İbn Ebî Hâtim, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Kerîm, Memleketü’s-Suudiyye, 1419, 3/856

[68] Buhârî, “Vasâyâ”, 24; Müslim, “Îmân”, 145.

[69] Reşid Rıza, Muhammed b. Ali, Tefsîru’l-Menâr, Heyetü’l-Mısrıyye, Mısır, 1990, 4/316.

[70] Nisâ, 4/6.

[71] Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 1/358

[72] İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, 6/71-73.

[73] Buharî, “Büyû”, 95.

[74] Buharî, “Büyû”, 95.

[75] İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-hadis, 6/71-73.

[76] Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, 2/216; İmam Şâfiî, Ahkâmü’l-Kur’ân, 1/138; İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l- Kur’ân, 1/230; Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vil, 3/29.

[77] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 13, 216; Ebû Dâvud, “Vesâyâ”, 8; Nesâî, Sünenü’n-Nesâî, “Vesâyâ”, 11; İbn Mâce, “Vesâyâ”, 9.

[78] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI/757.

[79] Kasapoğlu, Kur’ân Psikoloji Atlası, 3/49.

[80] Kasapoğlu, Kur’ân Psikoloji Atlası, 3/49.

[81] Canan, Kur’ân’da Çocuk, İstanbul, 1984, s. 175; Ayrıca bkz. Ertunç Hüseyin, İslam’da Yetimlerin Hukuki Statüsü, s. 132.

[82] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 7/580; Maverdî, en-Nüket, 1/453; Ayrıca bkz. Sabûnî, Ravâiu’l-Beyân Tefsîru Âyâti’l-Kur’ân, Mektebetü’l-Gazzâlî, Dımeşk, 1980, I, 433.

[83] En’âm, 6/152; İsrâ, 17/34.

[84] Reşid Rıza, Menâr, 8/167.

[85] Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvîr, 15/96.

[86] Merağî, Tefsiru’l-Merağî, 8/69.

[87] İbn Mâce, “Edep”, 6.

[88] Ebû Dâvud, “Vesâyâ”, 4.

[89] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 2/338; İbnü’l-Arabi, Ahkâmu’l-Kur’ân, 2/298; Fahreddin er-Razî, Mefâtîhu’l- Gayb, 20/337; Reşid Rıza, Menâr, 8/167; Merağî, Tefsiru’l-Merağî, 8/69.

[90] Tirmizî, “Zekât”, 15. Hanefî Mezhebi’ne göre henüz mükellefiyet çağına gelmediklerinden dolayı, yetimlerin mallarından zekât verilmesi gerekmezken, Şafiî, Malikî ve Hanbelîler bu hadisle istidlal ederek velisinin yetim adına onun mallarının zekâtını vermesi gerektiğini söylemişlerdir. Konuyla ilgili Hanefilerin en önemli delili ise, üç kişiden kalemin kaldırıldığını ifade eden hadiste, bunlardan birisinin de büluğa erinceye kadarki çocuk olduğunun belirtilmesidir. (Buharî, “Hudûd”, 22; Ebû Dâvud, “Hudûd”, 17)

[91] Tirmizî, “Birr”, 14.

[92] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, II, 37; VIII, 342.

[93] Fecr, 89/17.

[94] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 31/157-158.

[95] Semerkandî, Alaaddin Ali b. Yahya, Bahru’l-Ulum, Sezgin neşriyat, İstanbul, 1993, 3/579.

[96] Bakara, 2/177.

[97] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 2/215.

[98] Bakara, 2/215.

[99] Kutup, Seyyid, Fî Zilal’il-Kur’ân , (trc. Saraç, M.Emin; Şengüler, i.Hakkı; Karlığa, Bekir), I-XVI, Hikmet Yay., İstanbul, 1979, 3/229.

[100] Mevdudî, Tefhîmu’l Kur’ân, 7/123.

[101] Nesâî, “Zekât”, 82; Tirmizî, “Zekât”, 26.

[102] Elmalılı, Hak Dili Kur’ân Dili, II, 515.

[103] Elmalılı, Hak Dili Kur’ân Dili, IV, 232; Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1998, s. 350, “Ganîmet” ve “Fey” mad.,

[104] Nisâ, 8/41.

[105] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’ân, 2/105; Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, 3/79.

[106] Cessâs, Ahkâmül Kur’ân, 4/243.

[107] Haşr, 59/7.

[108]Taberî, Câmiu’l-Beyân, 23/277; Zemahşerî, el-Keşşâf, 4/502; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 29/507; Bu konuda geniş bilgi için bkz. İzzuddin Bahru’l-Ulum, el-Yetimu fi’l-Kur’ân ve’s-Sünne, , Daru’z- Zehra, Beyrut, ts, s.111-116.

[109] Nisa, 4/8.

[110] Kurtubî, el-Câmî, 5/85-86; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 7/9; Nesefî, Medâriku’t-Tenzil, 1/333.

[111] Elmalılı, Hak Dili Kur’ân Dili, II, 515.

[112] Nesefî, Medâriku’t-Tenzil, 1/310; Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vil, 2/232.

[113] İnsân, 76/8.

[114] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 24/97.

[115] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 30/747.

[116] Nevzat Tarhan, Yetim Sempozyumu Tebliğ Özetleri, İnsani Yardım Vakfı, İstanbul, 2006, s.20

[117] Nisâ, 4/36.

[118] Mevdudî, Tefhîmu’l- Kur’ân, 7/258.

[119] Mâûn, 107/1-2.

[120] Mehmet Okuyan, Kısa Surelerin Tefsiri, Düşün Yay., İstanbul, 2011, 1/481.

[121] Râzî, Mefâtîhu’l- Gayb, 32/302.

[122] Mevdudî, Tefhîmu’l-Kur’ân, 7/258; Ayrıca bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, 21/338, 24/630; Râzî, Mefâtîhu’l- Gayb, 32/302.

[123] Benzer bir yorum için bkz. Kasapoğlu, Kur’ân Psikoloji Atlası, 3/33.

[124] Cemal Ağırman, Fert ve Toplumun Yetim ve Öksüzlere Karşı Sorumlulukları ” Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII (2007), sayı: 2, s. 10.

[125] Kâsımî, Mehâsinü’t-Te’vil, 3/103.

[126] Canan, Hadis Ansiklopedisi, I, 404.

[127] Nisâ, 4/3.

[128] Maverdî, en-Nüket, 1/448; Kâsımî, Mehâsinü’t-Tevil, 3/12; Reşid Rıza, Menâr, 4/278.

[129] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 3/587.

[130] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 9/485.

[131] Zemahşerî, Keşşâf, 1/467.

[132] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1282-1283; Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, 5/212.

[133] Süleyman Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, Kur’ân Bilimleri Araştırma Vakfı (KUBA), İstanbul, ty., 22/463-464.

[134] Nisâ, 4/127.

[135] Zemahşerî, el-Keşşâf, 1/558; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 4/233; Ayrıca bkz. Kasapoğlu, Kur’ân Psikoloji Atlası, s. 37.

[136] Mezmurlar, 146/9.

[137] Mezmurlar, 10/14

[138] Eyüp, 31/16-23.

[139] Çıkış, 22/22.

[140] Süleymanın Özdeyişleri, 23/10.

[141] Mezmurlar, 82/3.

[142] Yakup, 1/27.

[143] Matta, 6/1-4.

[144] Taberî, Câmiu’l-Beyân, 24/489; Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 31/195-196; Maverdî, en-Nüket, 6/293; Merağî, Tefsiru’l-Merağî, 30/185.

[145]Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, 20/87; Maverdî, en-Nüket, 6/293.

[146] Yetimlerin himayesiyle ilgili geniş bilgi için bkz. Cemal Muhammed, Hukuku’l-Yetimi fi’l-Fıkhi’l İslami, s. 17-20.

[147] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, 14/53.

[148] Kasapoğlu, Kur’ân Psikoloji Atlası, 3/52.

[149] Duha, 93/9.

[150] İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübrâ, 3/610.

[151] Buharî, “Vasâyâ”, 25.

[152] Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, VIII, 298.

[153] Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, VIII, 298.

[154] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 250.

[155] Buharî, “Talak”, 25; Ebû Dâvud, “Edep”, 23; Tirmizî, “Birr”, 14: Müslim, “Zühd”, 42.

[156] İbn Mâce, “Edep”, 6.

[157] İbn Mâce, “Edep”, 6.

Burkina Faso Yetimhanemizi açtık

Allah’a hamd olsun. Küçük çapta başladığımız yetim eğitimi büyüyerek devam ediyor. Şimdi Burkina Faso’da her şeyiyle kendimize ait olan. Müfredatını, öğretmenlerini ve her şeyini kendimizin yönettiği yetimhanemizi hizmete açtık. 30 çocuğu geleceğe hazırlıyoruz. Burada çocuklarımızın üniversite eğitime kadar olan süreç ve daha sonra iş hayatının içinde devam edecekleri başarılarına kadar ilgileneceğiz ve onların yanında olacağız. Bizim eğitimimiz yalnızca bir dönem değil onların güzel hizmet etmelerini görene kadar, ölünceye kadar Allah’ın izniyle beraber olacağız.